12 Aralık 2010 Pazar

Yazmayı Tasarladığım Şey Kesinlikle Bu Değildi!

Hayatta pişman olduğum tek şey başka birisi olmamamdır.
                                               Woody Allen

Küçüklüğümden beri, kendi kendime oynadığım oyunların tümünün tek bir konusu vardı, her oyunda ben yeni bir karakter olurdum ve bu karakterler de zamanla değişirlerdi. Örneğin, iki ya da üç haftalık bir süre zarfında bir karakter oluştururdum kafamdan ve kendimin bu karakter olduğunu düşünürdüm. Bulabildiğim bütün boş zamanlarda, zihnim bu karakterle meşgul olurdu. Bu karakter genelde benden tamamen farklı bir tip olurdu, milliyeti, aile ve arkadaş yapısı çevremdekilerle alakasız olurdu. Bir odaya kapanır ve tek başıma o karakteri konuştururdum. Çevremdekiler bu duruma anlam veremezlerdi, işi çocukluğuma vururlardı ve oldukça da tuhaf bir çocuk olduğumu düşünürlerdi.

Evet artık bir yetişkin olarak, o bir odaya kapanıp kafasında yüzlerce imkansız senaryo kuran, “öyle değil de böyle olsaydı” düşüncesiyle saatlerce kafasındaki sayısız karakterle yaşayan, onları yaşatan ve onlarca yaşatılan o küçük çocuğu çoktan öldürdüm. Daha doğrusu, onu öldürmedim ama bastırmaya, kısıtlamaya, susturmaya çalıştım, “Bak” dedim ona “böyle olmaz, insanlar senin gibi yaşamıyor, senin düşündüklerini düşünmüyor. Senin yüzünden beni deli zannediyorlar. Beni dışlıyorlar, aralarına almıyorlar.  Ama ben onların dünyasına ait olmak istiyorum, seninle kalmayı değil. Hayallerin bana acı veriyor, yaptıkların hiçbir sonuca ulaşmıyor.” Böyle söyledim ona. O da, küçük kızdı tabii, yüzsüz, pişkin ve yalancı bir yetişkin değildi, çekti gitti.

Şu yaşadığım (yaşadığımı varsayıyorum) zamanı göz önünde bulundurunca, aslında çok da bir şeyin değişmediğini açıkça görebiliyorum. Her ne kadar o küçük kızcağız çoktan beni terk etmiş de olsa, odalara kapanamasam da, çevremdekiler tarafından bastırılıyor, engelleniyor, aşağılanıyor ve kısıtlanıyor da olsam, ve bunu ziyadesiyle takıyor da olsam, hala daha o küçük çocuktan kalma bu fikir, kendim olmayayım da kim olursam olayım fikri tutkusu, peşimi bırakmıyor. Öyle bir fikir ki bu, Japon yapıştırıcısı ile yapıştırılmış gibi, sökmeye çalışsan sökemiyorsun, zor kullansan yapıştığı şeyden parçalar götürüyor. İşte bu nedenle, artık kişiliğimin (kişiliğimin olduğunu varsayıyorum)...

14 Kasım 2010 Pazar

Yazmak İstediklerini Yazabilmek ile Yazamamak Arasındaki O İnce Çizgi

~I. Dünya Savaşının İnsan Psikolojisi Üzerindeki Etkileri yahut İnsan Psikolojisinin I.Dünya Savaşı Üzerindeki Etkisi~



I.Dünya Savaşı hakkında hep söylenegelen bir tez vardır, bilirsiniz. I.Dünya Savaşı’nı başlatan etken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te bir Sırp milliyetçisi tarafından  öldürülmesidir. Ancak söylenegelen o meşhur tez şunu söyler: Zaten bir barut fıçısı halindeki Avrupa devletleri, birbirlerini yemek için bahane ararlarken gökte aradıklarını yerde bulmuşlar, “hazır fırsat bu fırsat” diyerek, birbirlerinin tepelerine binmişlerdir. Yani Franz Ferdinand’ın öldürülmesi yalnızca fitili ateşlemiştir, barut fıçısını doldurmamıştır.

İşte, fazla orijinal olduğunu zanneden sıradan bir insanın hayatında da, barut fıçısının ateşlendiği zamanlar vardır. Böyle zamanlardan biri, ben diyeyim bir ay, birisi desin iki ay, bir başkası desin elinin körü ay önce sevimsiz bir mekanda, mekandan da sevimsiz bir kişinin bir adet kırmızı kemik çerçeveli gözlükle görülmesiyle vuku buldu. Evet o an, işte bu kendini fazla orijinal zanneden sıradan insanın nicedir oradan buradan doldurduğu barut fıçısı ateşlenerek kendini havaya uçurdu. Peki, nicedir dolan bu barut fıçısını ateşleyen bu olayın önemi ne idi? Sıradan insanın hayatındaki bu olay, Ferdinand’ın öldürülüşünün Avrupa ülkeleri üzerindeki etkisiyle eşdeğer miydi? Ne yazık ki, bu saçma sapan durum, sıradan insanın üzerinde Ferdinand etkisinin de ötesinde bir etki yapmıştı. Olayı biraz açalım mı, ne dersiniz?

Fazla orijinal olduğunu zanneden sıradan insanın hayatı sahte hayaller ve kendini oyalamalarla doludur. Hayatının sıradan bir gününü geçiren bu sıradan insan, karşıdan gelen kırmızı kemik çerçeveli gözlük takan kişiyi gördü ve o an insan denilen cinsin, gerçekten de ne kadar cins, ne kadar kaypak, ne kadar özenti, ne kadar işe yaramaz, ne kadar güvenilmez ve ne kadar kişiliksiz ve orijinallikten uzak bir tür olduğunu bir kez daha anladı. Nicedir insanlığa dair kaybetmek üzere olduğu güvenini bu sefer tamamen kaybetti. Karşıdan gelen kırmızı kemik çerçeveli gözlüklü kişi, kendini fazla orijinal zanneden bu sıradan kişinin üzerindeki olağandışı etkisini elbette anlayamadı. Yanındaki oldukça yılışık başka bir türle muhtemelen saçma sapan sohbetine devam etti. O dakikada, sıradan bir insan sıradan ama üzücü bir olay yaşamış ve bir kez daha hem hayattan hem de insan denilen cinsten soğumuştu. Sıradan insan, her zaman hayalleriyle yaşamış, bu sayede hayatını sürdürebilmişti. O, senelerdir bir gün kemik çerçeve gözlük alıp hayatının değişeceği günlerin hayaliyle kendini oyamıştı. O, senelerdir kendini bu hayalle oyalarken, karşıdan gelen gözüne yıllardır gözlük takmamış, gözlük takan, kendini bu gözlükle “bütünleştiren” ve “gözlük benim bir parçam” diyen insanlara burun kıvırmış o kişi, her nedense, insan türünün kaypaklığını göstermek istercesine, kırmızı kemik çerçeveli bir gözlüğü gözüne takıvermişti. Aylardır onlarca insanın kendinin hayalini kurduğu şeye sahip olduğunu gören, kendini orijinal zanneden sıradan kişi, o an kendini sıradan zanneden orijinal kişi olduğuna inanırken, gerçeklerin farkına vararak, kendinin sıradan bir kişi olduğunu idrak etti. Artık hayalini kurduğu şeye sahip olmak onun hayatını değiştirmeyecek, onu diğerlerinden farklı kılmayacak, onun orijinal kişiliğini yansıtamayacaktı Bunu yapan kaypak insan türü, bu sıradan insanın aslında orijinal biri olduğunun asla farkına varamayacaktı, kendini fazla orijinal zanneden bu sıradan kişi, artık asla kendisinin orijinal olduğunu ve her şeyi içinden geldiği şekilde yaptığını kanıtlayamayacaktı. Sıradan kişi, işte o an bunun farkına varmıştı. Geçmiş olsundu.

Kemik çerçeve gözlükler nasılsa moda olmuş. Zamanında milletin “inek gözlüğü” diye dalga geçtiği gözlüklerden bin beterini, bu gözlükleri ve insanların hayallerini her zaman küçümseyen tiplerin gözlerine takarak acımasızca ortalıklarda dolaşması, şu günlerde gerçekleşen en berbat olaylardan biri. Sanırım kendinin sıradan olduğunu ve her zaman da öyle kalacağını anlayan o arkadaşın artık tek şansı eşeğini Niğde’ye sürmek. Ben şu gözlüğün, hem o kişiye hem de o kişinin hayatına oldukça yeni bir perspektif kazandıracağını düşünüyorum örneğin.




Kendime Not: Bugün bir şey olmayacak. Bekleme bence boşuna.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Dünyadan uzak bir deli

Yıllar önce, ara sıra yazdığım bir MSN alanım vardı. Yıllar sonra tekrar o alana girip, yazdıklarımı okumak istedim, daha doğrusu o alanda yer alan ve benim için çok önemli olan bir yazıyı görmek istedim. Yazının başında giriş tarihi 10 Eylül diyordu; ancak yıl yazmıyordu. Benim için yazının yayın yılını tahmin etmek hiç de zor olmadı, evet 10 Eylül 2007 tarihli bu yazıyı, tam diyemesem de, hemen hemen 3 sene sonra yeni bloğumda yayınlamaya karar verdim; çünkü yazı benim için aynı güncelliğini koruyor, ayrıca beni, yani yasampinari'ni hiç yormadan, duygusala bağlamadan anlatıyor. Aradan 3 sene geçmiş ama benim hayatımdan pek de bir şey geçmemiş anlaşılan... Beni hâlâ sarıyor melankoli...

Dikkat dikkat, bu yazı blog sahibinin manifestosu/bildirisidir!!!

(Not: Bu yazının alındığı adres artık bulunmamaktadır. Kalınlaştırma, italikleştirme gibi işlemler tarafımdan yapılmıştır. Bu yazı kesinlikle bana ait değildir.) 


Melankoli

Melankoli derin bir keder içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir insanın içinde bulunduğu durumdur. Melankolik mizaçlı kişiler mutsuzdur. Yalnızlığı, toplumdan uzaklaşmayı ve insanlardan soyutlanmayı tercih ederler. Diğer insanlarla yakın ilişkiler içine girmekten kaçarlar. Yaşamı boş ve anlamsız bulurlar. Keder, mutsuzluk ve değersizlik duyguları içindedirler. Melankoli depresyona dönüşebilir ve ağır depresyonlarda intihara gidilebilir. Depresyon duygusal çöküntü içine girmektir. Depresif kişiliktekiler çöküntüye yatkındırlar. Özgüvenleri azdır, kötümserdirler, coşkusuzdurlar, insanlarla ilişki kurmazlar (1).

26 Eylül 2010 Pazar

Bitip giden günlerin ardından: Giden günlerim oldu...


Günlerdir yazmaya çabalıyor, çabalıyor, yazamıyorum.Ancak, işte bugün, nihayet bugün, aylardır yazmak için beklediğim o günün konusuna binaen konseptli yazıyı, bütün o sinir bozuculuğuyla keyfini çıkara çıkara buraya yazacak olmanın verdiği haklı gururu yaşıyorum. İşte bu!

"Peki, seni bu kadar heyecana sürükleyen, gene bir yığın laf kalabalığı yaparak bir giriş paragrafı oluşturmaya yönelten ve Gülben Ergen & Oğuzhan Koç şarkısına atıf yapan bir başlığa sahip bu yazıyı yazmaya iten mesele-i mühime nedir?" diye sorduğunuzu farz ediyor ve daha fazla laf salatası yapmadan bu meseleyi hemen açıklıyorum:

Nihayet bir mucize olabileceğini düşündüğüm bir yaz tatilinin daha sonuna geldik. 2010 yazı da, diğer yazlar gibi “ne uzadım ne kısaldım” türünde bir yaz tatili olup, umulanla bulunanın aynı olmadığı, yani mucizeyi ve güzel günleri bekleyenin babayı aldığı bir yaz tatili olarak hiçbir literatüre geçemediği gibi, benim de bütün nefret ve cinnetimi kazanarak, 20 yıllık hayatımın en berbat yaz tatili unvanını da alnının akıyla kazandı. Şimdi gelin, şu yaz tatili denilen hedenin, bu mühim unvanı nasıl aldığına biraz bakalım. Bakalım şimdi, 2010 yazında neler olmuş?

12 Eylül 2010 Pazar

Size mutluluk veren küçük ve basit şeyler

6 ay 10 gün önce değişime oldukça kapalı birisi olarak evlendim. Evlenince doğal olarak 29 yıllık hayatımda pek çok değişiklik oldu. Evet, değişimlere hiç de sıcak bakan biri değildim; ancak evlilik, yaşadığım bu en büyük değişim, beni değişime ısındıran asıl olay oldu.

Her şey eşimin 6 ay 10 gün önce, 6 yıldır yalnız yaşadığım evime taşınmasıyla oldu.6 yıldır içinde hayatımı sürdürdüğüm, o alışık olduğum ev birkaç gün içinde tanımadığım bir mekana dönüşüverdi. Şimdi her köşede sevgili eşimin sayısız eşyası var. Önceden oldukça sade olan ve olabildiğince az eşya barındıran geniş evim, “bir kadın elinin değmesi” ile birdenbire her tarafından bir şeyler fırlayan küçük bir kutucuk halini aldı.

Eskiden banyomda bulunan eşya yalnızca iki üç şampuan şişesi ve traş malzemelerimken, şu anda marketlerin kozmetik reyonlarını kıskandıracak kadar nesne dolu bir banyoya sahibim. Banyodaki raflara eşyaları sığmayınca, eşim banyo penceresinin önü, lavabonun üstü, çamaşır makinesinin üstü, sifonun üstü gibi bulabildiği ne kadar yer varsa oraları envai çeşit temizlik ve güzellik ürünleri ile doldurdu. Herhangi birisini işaret edip, “şu ne?” diye soracak olsam, her birini ayrı ayrı açıklamaya girişir. Yok nemlendirici, kırışık önleyici, saç kremi, saçlara parlaklık veren bir zımbırtı, göz üstü kremi, göz altı kremi… Bense orada burada salınan renk renk şişelerin içindekilerin farkını hiç mi hiç anlayamam.

Ortalığı Çarşamba pazarına çevirme işlemi banyoyla sınırlı kalmadı tabii…

10 Eylül 2010 Cuma

Eğer ben seni seviyorsam ve eğer sen de beni seviyorsan...

Bugün, değeri benim için kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük olan birinin doğum günü. Ve gene bugün, "fazla orjinal blog"umda ilk kez bir yazımı alenen, düpedüz bu doğum günü insanına armağan etmek istiyorum. Yandaki nutella ise ikimizin olağan dışı arkadaşlığını simgelemekte. Ve saat 23:23. Umarım beni düşünüyorsundur. İşte başlıyorum:


Şimdiye kadar sana hiçbir doğum gününde hediye alamamış ya da herhangi bir atraksiyon gerçekleştirememiş olan bu bünye, en azından bu yaş gününde senin için özel bir şey yapmak istedi. 8 sene önce başlayan bir olay nasıl bu kadar gelişebildi? Nasıl oldu da zaman bu kadar hızlı aktı? Nasıl oldu da herkes geçip giderken hayatımdan sen bu kadar uzun süre kalabildin? Kimseler dayanamazken bana, anlayamazken, dinleyemezken beni, kalamazken yanımda, sen nasıl durabildin böyle? Bunların hepsinin tek cevabı SEN'sin. Sen sen olduğun için, sen başkası olmaya çalışmadığın için, sen beni olduğum gibi kabul edebildiğin için şu anda bu yazıyı yazabiliyorum. Diğerleri birer anı olarak yer ederken kalbimde ve zihnimde, sen ilk günkü gerçekliğinle, hatta her gün biraz daha gerçek bir şekilde hayatımda var olmaya devam ediyorsun. Her gün vefanın sadece bir semt adı olmadığını kanıtlamaya devam ediyorsun bütün insanlığa.

İyi ki doğdun! İyi ki varsın! İyi ki sen, sensin! İyi ki kader çıkardı seni karşıma! Buraya şimdiye kadar geçirdiğimiz zamanla ilgili bir şeyler yazmak isterdim, ama zaman tuhaf şey, herşey çok hızlı olup biterken yavaşlıyor da bir yandan sanki. Dünmüş gibi bütün anılarımız, ama aynı zamanda aradan uzun zaman geçmiş gibi sanki. Gene de 2007 yazını, hayatımın en mutlu ve güzel günlerini, belki de hayatımı şekillendiren o yazı -hafıza kaybı ve alzheimer gibi olağan dışı haller hariç- asla unutmayacağım. Herkes terketmişken benimle ilgilenenin, söylediklerimin zerre kadar anlamı olmamasına rağmen beni dinleyenin, "asla gerçekleşmez" diye rafa kaldırdığım o hayallerim için beni yüreklendirenin, kimseye dökemediğim sırları kendi sırrıymış gibi saklayanın sen olduğunu asla unutmayacağım. Hayatımın belki de en ilginç arkadaşlığını bana armağan ettiğin için sana teşekkür ediyorum. Bana kazandırdıklarının değeri o kadar büyük ki onları kelimelere sığdıramıyorum. Umarım bu yazdıklarımla, sana olan minnettarlığımı biraz olsun anlatabilmişimdir.


Yeni yaşın sana sağlık ve mutluluk getirsin. Bütün güzellikler seninle beraber hayatında olsun. Yüzün asılmasın, canın sıkılmasın. Kimse kalbini kıramasın. Bütün hayallerimizi "beraber" gerçekleştirmemiz dileğiyle...


Her zaman yanında olmaya gayret gösterecek olan arkadaşın 
yasampinarim.

 Not 1: En kısa zamanda, gerçek anlamda bir şeyler kutlayabilmek için İstanbul'a kahve içmeye bekliyorum :) Gayet ciddiyim!

Not 2: Ve sana armağan etmek için bir çok şarkı düşündüm ama şundan başkasını bulamadım >__<; We're so happy together!~ *En azından ben mutluyuuuummm~~*


Biricik Kankam'a Sevgilerimle

(10/09/2010 23:53) 
Let's dream together...

7 Eylül 2010 Salı

Alttan ittirmeli, üstten tüttürmeli çok oturgaçlı götürgeç

Kendimi zorlayarak bir şeyler yazma girişiminde bulunmamın nedenini, bütün gün boyunca hiçbir şey yapmamanın verdiği azabı birazcık olsun hafifletme çabası olarak açıklıyorum. Ancak fonda çalan, sevgili fizy'nin benim için seçtiği şarkı,-depresyondayım, unutuldum bu da yetmezmiş gibi aldatıldım- bu girişimime pek de yardımcı olmuyor. Ah fizy ah, senin de bir suçun yok ki, şu "mood" şeysini çıkardığın günden beri üçtür "melankoli"yi işaretleyen bu bünye piskopat. Bir kere de "mutlu"yu işaretle be kadın. Kendi eder, kendi ağlar. Aha şimdi de Mustafa Ceceli'nin "Unutamam"ı çıktı, şimdi git ağla bakalım duvar köşelerinde.

Keyifsizlik, yanlış bilmiyorsam eğer, tam anlamıyla İngilizce karşılığı olmayan bir kelime. Zaten Türkçede de çok iyi anlaşılamamış bir kelime. Keyifsizlik gerçekten de anlatılamayacak, ancak yaşanınca ne olduğu kavranılabilecek bir halet-i ruhiyeyi karşılayan bir kelime. Örneğin şu yazıya dakikalarca başlık düşünüp de bir tane bile işe yarar bir şey bulamamak bir keyifsizlik örneği. Onlarca sayfa açıp bir tanesini bile okumadan bilgisayarın başında saatler öldürdükten sonra bilgisayarı kapatmak bir keyifsizlik örneği. Birisi olmadık bir laf ettiğinde söyleyecek onca şeyi olmasına rağmen içinden bir "amaaannnn" diyerek susmayı tercih etmek bir keyifsizlik örneği. Televizyonun önünde saatlerce boş boş oturup sonra da yatağa gitmek bir keyifsizlik örneği. Uyuya uyuya uyumaktan sıkılıp "bu gece de ayakta durayım" deyip, geceyi canının bir şey yapmak istemesini beklemek, kendini zorlamak, sonunda "sıfıra sıfır elde var sıfır" deyip yatakta boş boş dönüp durmak da bir keyifsizlik örneği. Örnek olarak gösterdiğin bütün bu "eylemsizlikler"in tamamını 2010 yazında fazlasıyla içeren hayatım başlı başına bir keyifsizlik örneği. 

Günün birinde hayatımı bir kitap ya da film olarak sunmak isterlerse (tabii hangi sivri zekalı böyle bir şeyi önerir ya da hangi akla hizmet benim "olağandışı" hayatımın filmi çekilir, kitabı yazılır bilemiyorum ama) isim hazır: "Yaşamıyorum, Sadece Zaman Öldürüyorum". Sanırım hayatımın tamamını özetleyen, hatta özetlemekle de kalmayan, hayatımın kendisi olan bu cümle, şu ana kadar yaşadığım bütün *çakma* trajedilerin de kaynağı muhtemelen. Endişeye şimdilik mahal yok, yeterince bunaltıcı olan hayatımı çok büyük bir marifet eylemişim gibi halka sunmaya hiç mi hiç niyetim yok. Olur da bir gün kitap yazarsam, (senin yazdığın kitaptan ne hayır gelir demeyin, hor görmeyin garibi, hayatta herşey mümkündür) baş karakterimi şimdiden belirledim. Benimle uzaktan yakından alakası yok. Galiba.

Şimdilik yazımı bitiriyorum; zira keyifsizliğim yazıyı devam ettiremeyecek kadar üst sınıra ulaşmış durumda. Zaten hem kendimi hem de olur da yanlışlıkla şu yazıya gözü ilişmiş olan iyi niyetli, muteber insanları daha fazla sıkmaya hakkım yok. Bir de Sezen'in "Geri Dön"ü başladı. Döneyim bari. 

(Not: Geri Dön değilmiş yahu. Beni Unutma imiş. Boşuna bitirmişim yazıyı iyi mi?) 

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Twitter'da susarak içinde biriktirdiklerini Blogger'a aktarmak

Everyone I know is getting married or pregnant. I'm just getting drunk.*

*Tanıdığım herkes ya evleniyor ya da hamile. Bense yalnızca sarhoş oluyorum.

Merhaba sevgili okurlar, okumazlar, severler, tiksinirler! Bugün gene akılalmaz (!) bir konu ile buradayım. Ve hayatın gerçekleriyle savunmasız ve zavallı bir şekilde başbaşayım. Bugünkü yazım, ilginç bir şekilde günlük niyetine girilen bir yazı niteliğinde. "Blog yazarlığı"nın asıl amacı da aslında budur; ancak bilirsiniz ki (bknz: geçen yazım) bendeniz ne yazık ki bu tür yazılar yazamayan bir mahluk idim. Fakat artık içimde biriktirdiklerimi, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı aklımda evirip çevirip, zihin boşluğuma göndererek bir zihin kirliliği oluşturmaktansa, zaten kirli olan elektronik günlüğüme aktarayım dedim. Nasıl, çok iyi düşünmüşüm değil mi?

Şimdi isterseniz başlıkta çıtlattığım durumu ve bu durum sonrasında yaşadıklarımı, kimsenin kafasını kendi kafam kadar karıştırmamak için, düzgün bir şekilde sıralayarak ileteyim efendim:

10 Ağustos 2010 Salı

Halet-i ruhiyeniz de pek bir enteresan küçük hanım!

Bir sürü haller içinde halim
  
 Ve bendeniz yeniden yeni bir yazımla karşınızdayım efendim. Karşınızdayım diyorum da benim bu yazarı gibi kalbi kırık, yalnız, terkedilmiş blogunu kim okuyor ki? Aslında blogum için terkedilmiş demek yanlış olur, zira onun yanında hiçbir zaman yoldaşları olmadı ki... O her zaman yalnız, yapayalnız bir blogçuktu. O yüzden de benim kadar acı çekmiyor. Ama bir dakika, ben de her zaman yalnız, yapayalnız bir insancık değil miydim ki? Aynı kaderi paylaşıyoruz blogum. Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz.
   İlk paragrafımdan da anladığınız gibi içim gene zifiri karanlıklara boğulmuş durumda. Kafamda milyonlarca hayvanat çete savaşları düzenliyor mübarek! İnsanlar genelde melankolik ve duygusal olduğumu bilirler de; gene de bir yığın laf kalabalığı yapmaya devam ederler. Ben sanki bilmiyorum sürekli mutsuz gezmenin hiç de güzel bir şey olmadığını.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Bir hikâye ile akıp giderken hayat...

Yağmur nedeniyle o kadar mutluyum ki başka hiçbir şey düşünemiyorum.

Masamın üstünde duran telefonun kırmızı ışığı art arda yanıp sönmeye başladı. Bu, bana yeni bir faks geldiğine işaretti, yani okunması ve en acilinden cevaplanması gereken yeni bir ruhsuz kelimeler silsilesi sinir bozucu bir sesle kağıda dökülüyordu. Telefondan tarafa bakmak istemedim, çünkü sanki o tarafa bakmazsam ve o sevimsiz kağıdı görmezsem, cevaplamak için kendimi zorlamam gerekmeyecekti.

Yağmur yağarken evde, kendimi istemediğim işlerle boğuşurken bulmak ne acı! O anda faks üstüne faks evime yığılmıyor olsaydı ve posta kutumda onlarca elektronik posta beni beklemiyor olsaydı, dışarıdaki sağanak yağmurun tadını çıkarıyor olabilirdim. Ne yazık ki, dışarıdaki sağanakta eğlenmek yerine, evdeki sağanakla uğraşmak zorundaydım. Yağmur yağarken kendimi kabuğuma sığmaz bulurum nedense. Normalde asla yapmayı düşünmediğim şeyleri yağmur yağarken yapasım gelir. Böyle bir günde tek yapabildiğim maalesef dışarıdaki mucizenin akıp gitmesini izlerken gerçeklerle yüzleşmekti. Çaresizce bilgisayarımın başına oturup posta kutuma baktım. “İyi günler” le başlayıp, arası soğuk ve zorlama onlarca kelimeyle dolu, “lütfen cevap veriniz” le biten postaları, gönderenlerininkiyle aynı samimiyetsizlik ve bıkkınlıkla cevaplamaya koyuldum.

Yağmur yağarken güzel bir şeyler yemek ister insan.