Merhaba
sevgili okurlarım!
Nasılsınız
inşallah? Nasıl gidiyor hayatınız, nasıl geçiyor günleriniz?
Bugün
karar verdim, buraya içimi dökeceğim! Ortalık biraz pislenecek yani. (Aman ne
kadar da komik!) Baktım ketumluk da bir yere kadar, gerçi “derdini söylemeyen
derman bulamaz” atasözü, belki de atasözlerimiz arasında en az inandığımdır:
Zira şimdiye kadar derdimi anlatmak bana yarardan çok zarar getirdi. Birine bir
şey anlatırım “Amaaan o da bir şey mi, bak bana ne oldu? ...” diye kendi
kıytırık problemlerini bana anlatmaya başlar. (Benimkiler çok önemli sorunlar
ya, o açıdan.) Ya da bir sırrımı açacak olurum, zaten ketumum, ağzımdan
kelimeleri cımbızla alıyorum, on bin türlü şey sorar: “Kimdi o, nasıl biriydi,
ne yaptınız, kim ne dedi vs vs.” Ya da “beynimin
kıvrımlarında dolaşan” (bu kalıbı da bir yerden yürüttüm ha, bana ait değil!)
çılgın ve hastalıklı fikirler karşısında donup kalır. “Hanımefendi bir kıza da
benziyordun oysaki…” filan diye mırıldanır. En çok korktuğum tepki ise en
samimiyetsizinden yahut çaresizinden bir “Geçmiş olsun canım yaaa, umarım halledersin!”
dir. Yahu neyi hallediyorum?!
“Çok
mutsuzum Şakire, öyle böyle değil, ağlıyorum geceleri.”
“Ay
inşallah hallolur canımmmm…” (Nasıl hallolacak acEba?)
“Çok
aşık oldum Pakize, geceleri rüyama giriyor, sabahları halüsinasyonunu filan
görüyorum.”
“Çok
üzüldüm canım yaa, halledersin inşallah.” (Evet halüsinasyonu alnının çatından
vurarak hallediciiim Pakizoşum.)
“Ben
kafayı yedim Şaziye, geceleri kendi kendime sokaklarda dolaşıyormuşum haberim yok, kendi
kendime konuşuyorum, kendimi padişah zannediyorum!”
“Geçer
bunlar canım yaa, umarım hallolsun.” (…………………..)
İşte
böyle boş boş muhabbetleri dinlemekten bezdiğim için, en iyisi ketumluk
dedim ve içime kapandım dostlar. Ama baktım bu iş git gide sarpa sarıyor; en
azından dedim gizli bahçem olan biricik bloğum FOB’a yazayım derdimi,
söylemekle derman bulunacağına inanmıyorum ama aramaya inanıyorum. Bekleyip
görelim.
Bu
yeni başlattığım yazı dizisini üç başlığa ayırmaya karar verdim, zira
dertlerimden bir bahsetmeye başladım mı, kendimi durduramıyorum! Tabii bitirebilir miyim bitiremez miyim, o da
ayrı bir dert. Neyse biz bir başlayalım da, bakalım bitirmenin yarısı mıymış,
değil miymiş görelim:
I.
Sorumluluklar & Stres:
Hayatın ta kendisi!
II. Özgüven Eksikliği: Nerem tam ki?
III. Başka İnsanlar: Başka adamlarla, başka şehirlerde…
II. Özgüven Eksikliği: Nerem tam ki?
III. Başka İnsanlar: Başka adamlarla, başka şehirlerde…
Ben beklerim de sorumluluklar
beklemez ki beni..!
İtiraf
ediyorum: Sorumluluk almaktan hoşlanan bir insan değilim. Hiçbir zaman olmadım
ve bundan sonra da olur muyum bilemiyorum. Tembellik bu hoşlanmamanın bir
nedeni ama asıl nedeni “başarısızlık korkusu.” Ya başaramazsam, ya filanca
kadar güzel yapamazsam, ya falanlara rezil olursam, ya işleri berbat edersem
türü düşüncelerle yıllardır sorumluluklarımdan ya da yapasım olan işlerden –daha
doğrusu bu işlerin getireceği olası stresten- kaçıyorum. Belki iki dakikalık iş
için günler süren bir kaçış eylemine giriyorum. Hani sorumluluklarımdan kaçmak
için Jüpiter’e giden füze bulsam atlayıp gideceğim, o derece.
Ama
gelin görün ki sorumluluk almadan da duramıyorum! Zorunlu olan bir takım
işlerden bahsetmiyorum elbette, ekstra yükümlülük almaya da bayılıyorum zaman
zaman! Kendimi boş hissetmemek adına ya da falancadan geri kalmamak adına elimi
taşın altına koyuyorum. Koyuyorum koymasına da elim o taşın altında eziliyor
gibi!
Bir de
işin başka bir boyutu var, şimdi ben bu sorumluklardan kaçıyorum da
kurtulamıyorum ki! Hem sorumlulukların stresinden kurtulayım derken ertelemenin
stresini yaşıyorum. E iş başa düştü deyip işe koyulsam, bu sefer de oldu mu
olmadı mı, olmalı mı olmamalı mı, bu iş çok zor Yonca streslerine gark
oluyorum. Kaçsam olmuyor kaçmasam olmaz, ben bu kısır döngüden kurtulamıyorum
hakim bey!
Ben stres bağımlısı olmuşum
ağalar!