28 Ağustos 2011 Pazar

Hatıralarda sakla beni kimse bulamasın

Ayda bir yazma alışkanlığını edinmemin suçunu içinde bulunduğum üşengeçlik çıkmazında arayın. Yazmayı tasarladığım derin (kime göre neye göre?) mevzular ile yazılması gereken, yahut bendenizin yazılması gerektiğini düşündüğü konuları da bloğun misyonuna sığınarak bir kenarda bekletebilirim sanırım: “'Keyfe Keder Okunmayası Blog' ile başlayan kısmen ciddi ve istikrarlı blog geçmişinden sonra, Fazla Orijinal Blog, nam-ı diğer FOB, yazarının daha fazla içinde tutamadığı duygucuk ve düşünceciklerini ifade edebildiği yegâne yer olarak bir sığınak görevi görmektedir.”

Üç şairin sevdiği kadın hikayesini bilirsiniz. Hayır yanlış biliyorsunuz, üç şairin bir kadını sevme hikayesini bilmelisiniz. Bu üç şairin sevdiği kadın ne tür bir kadındır, üç şair bu kadında ne bulmuştur, kadının kalbi esasen kimdedir gibi sorular merak edilesi. Ancak, benim bir dişi olmama rağmen üç şairin sevdiği bir kadın olmak istemediğimi de bilmeniz gerekir. Sevilen taraf olmaktansa, seven taraf olmak daha güzeldir çünkü.[1]
Bana dişiliğimi sorgulatası bu hanımı geçip de üç şaire gelirsek, bu hikayeyi öğrendiğim vakit bu şairlerden hangisi olabilirdim diye düşünmezlik de edemedim haliyle. Seven taraf olarak,  sevdiği kadına ulaşan şair olamayacağım kesin. Zaten “Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat” demek de hiç bana göre değil. Sevdiğini kaybetmiş şair de değilim ama, “Ay ışığında oturuyorduk, bileğinden öptüm seni” de diyemem. Sevdiğine asla kavuşamamış, kim bilir belki de uzaktan, bir başka biçimde sevmiş şair olmalıyım o halde, “Seni görünce  dünyayı dolaşıyor insan sanki, hani Etiler’den Hisar’a insek bile” diyen. Ben de inebilirim Etiler'den Hisar'a dünyayı dolaşırcasına sanki?

Üç şairin bir kadını sevmesi hikayesi, edebiyatçıların (şair olsun yazar olsun) ayrıksı ve zaman zaman değil her zaman vuku bulan hastalıklı -demek doğru olur mu?- mizaçlarının da bir örneği olarak gösterilebilir. Bu durum, seven taraf olmanın yanı sıra, şair ya da yazar olmanın nasıl bir şey olacağını düşündürdü. Mesela bir yazar olsam nasıl bir hayatım olurdu? Kendimi yazar olarak düşlemek hoşuma gidiyor. Yazar olabilirliği olan bir şahıs olup olmadığımı sorgulamaksa mevzuumuz dışında. O halde, kendimi en azından bu yazı içinde yazar olarak düşlemeye devam edeyim; zira “bir insanın kendini en iyi hissettiği zamanlar, kendini başka biriymiş gibi hissettiği zamanlardır.” (Murathan Mungan)


Bir yazar olarak hayatım, akşam 11’de başlar sabah 7’ye kadar sürerdi. Yazana kadar karın ağrıları içinde kıvranırdım. Daktilom olurdu kesinlikle, sabaha kadar tak.. tak.. Bilgisayarda da yazardım tabii, ama daktilo ilhamın gerçekten geldiğine inandığım anlarda vazgeçilmezim olurdu. 2 oda, 1 salon bir evim olurdu; 1 oda kitaplarıma ayrılırdı, ama öyle böyle değil yüzlerce eski yeni kitaplar, defterler… Sahaflarda dolap beygiri gibi dönerek alınmış kitaplar, sözlükler, gazetelerden kesilmiş çeşitli haberler ve dergiler de kütüphane odamın olmazsa olmazları olurdu. Ne düzgün, ne dağınık diyebileceğimiz bir oda olurdu bu. Yatak odama pek uğramazdım, pek de uyumazdım zaten. Salonumda yaşardım, balkonum olurdu, balkona bakan bir tarafta da çalışma masam. Üstü elbette çok karışık olurdu. Kül tablası ve kupa eksik olmazdı, 7/24 çay demlenirdi evimde muhakkak. Ya yalnız yaşıyor olurdum, ya da kedim olurdu. Kediye bakamazsam balıklarım olurdu. Balkonda oturmayı çok severdim. Masamın üzerinde lamba da olurdu, bir de fotoğraf. Belki ailemin fotoğrafı. Plak çalarım ya da gramofonum da olsa ne güzel olurdu. Enteresan çalışma saatlerimden arta bulduğum zamanlarda dışarı çıkardım. Ufak ama şirin bir mahallede oturuyor olurdum. Mahalleli beni tanırdı, selamlaşırdık. Sonra belki haftada bir sevdiğim üç beş dostumla buluşurdum. Sinema veya tiyatroya giderdim muhtemelen yalnız.  Hafif melankolik bir insan olurdum ama severdim de öyle yaşamayı; unutamadığım bir aşkım olurdu, birkaç insan bilirdi sadece, aramızda da lafı geçmezdi zaten bu durumun. Ama saygı duyulası bir aşk olurdu bu, o uzaklarda olurdu ama bir iki kez daha karşıma çıkmış olurdu, merhabalaşırdık belki. Ya da oturup çay içerdik. Yazdığım şiirlerde o olurdu; ama çok da şiir yazmazdım zaten. Daha çok romanım üzerinde çalışırdım, çok uğraşırdım, mahvederdi beni, uykusuz bırakırdı. Ama sonunda çok güzel bir roman olurdu, naif, sade bir dili olur ama az sözle çok duygu paylaşırdı bizimle. Tatlı bir hüzün olurdu kesin içinde. Bir kadını seven üç şair romanım için biçilmiş bir kaftan olabilirdi; fakat gene de daha uysal bir konu seçerdim ben romanım için. Hikaye de yazardım, hatta hikaye yazmayı çok severdim. Ama hikayelerimi pek sevmezdim. Ya da öyle derdim, romanımı çok sevsem de hikayelerim vazgeçilmezim olurdu.


Mesele işte bundan ibaret. Ben kendi romanını okuyan yazar Yaşam Pınarım’ı düşünedurayım, siz de üç şairden bir tanesinin bir şiirinin müziğe dökülüşünün tadını çıkarın. “Çık gel bir kez daha, beni bozguna uğrat.” diyen saygı duyulası aşıklara da gelsin mi bu şarkı? Gelsin, gelsin.


Konuyla alakalı olarak, “Fuzuli’ye sormuşlar” diye başlayan ve ona isnat edilen bir kıssa mı diyelim, özlü söz mü diyelim, şiir mi diyelim her neyse işte bir mesele vardır. Konu bütünlüğünü bozmaması açısından (konu bütünlüğü diye bir şey mi kaldı ALLAHINI SEVERSEN?!?!) o durumu bir dipnot olarak vermeyi uygun gördüm: Fuzuli’ye sormuşlar: “Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?” diye. O da “sevmek” demiş, “çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın.” Valla bu latifenin her yerde dönüp durması, hatta saf aşık gençlik tarafından da oldukça benimsenmiş olması bence içeriğin doğruluğuna zarar vermez; lakin bu lakırdı gerçekten Fuzuli’ye mi aittir, orasını da ben bilemeyeceğim.