30 Kasım 2015 Pazartesi

Çeklere Sormak İstiyorum: Niçin "litost" kelimesinin karşıt anlamlısı yok?

♪ MFÖ: Hep Böyle Sev
♪ X Ambassadors: Litost
♪ Radiohead: All I Need

Çeklere Sormak İstiyorum: Litost kelimesinin karşıt anlamlısı niçin yok?


Litost Çekçe bir kelime. Diğer dillere çevirisi mümkün olmayan bu kelimeye Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı eserinde rastlıyoruz. Litostun “içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan” özel bir hüzün halini belirten bir kelime olduğunu söyleyen Kundera, bu “acılı durumun” ilacının ise sevilmek olduğunu ifade ediyor. Kişinin bütün kusurlarının sadece gerçekten sevilmekle çözülebileceğini belirten Kundera’ya göre gerçekten sevilen birinin zavallı olması; dolayısıyla –burayı ben ekliyorum kendimce- eksikliklerinden dolayı da kendini yetersiz görüp hüzünlenmesi mümkün olmuyor. Peki, bu durumda kişinin gerçekten sevildiğinde hissettiği o tamamlanmışlık duygusuna ne gibi bir isim verilebilir? Bu tür bir durum Kundera’nın litost diye tabir ettiği durumun zıttı oluyorsa eğer Çekçede buna karşılık gelen bir kelime var mıdır? Herhalde yok ki kitabın litostla ilgili bölümünde böyle bir kelimeye değinilmemiş. Peki, böyle bir kelime niçin yok? Acaba böyle bir tamamlanmışlık durumunun imkânsızlığından ya da geçiciliğinden dolayı mı? Yoksa “gerçekten (kusurlarıyla) sevilme” olayının külliyen bir yanılsama olmasından dolayı mı? Kim bilir? 


“Arkadaşlar birbirine yardım edebilir. Gerçek bir arkadaş sizin tamamen kendiniz olmanıza ve kendiniz gibi hissetmenize müsaade eden kişidir. Ya da hissetmemenize. O anda ne hissediyor olursanız olun sorun yoktur onlar için. Gerçek sevginin bedeli budur: Bir kişinin gerçekten neyse o olmasına müsaade etmek.”
Jim Morrison

“Umarım onsuz yaşayamayacağın birini bulursun. Umarım. Ve umarım asla onsuz yaşamaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek zorunda kalmazsın.”
Kiera Cass

“Çünkü gerçekten sevilen bir kişi zavallı olamaz.”
Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı


Birinin sizi olduğunuz gibi sevdiğini hissetmek şahanedir. Belki de dünya hayatında manevi olarak hissedilebilecek en güzel, en samimi, en sıcak ve en güven veren histir bu. Sizi seven bu şahıs, onca insan varken, belki sizden çok daha iyi anlaşabileceği, sizin kadar emek ve ilgi gerektirmeyen insanlarla kolayca münasebet kurabilecekken; sizden çok daha üstün niteliklere sahip, mesela sizden daha eğlenceli, daha neşeli, daha ilgi çekici, daha güzel, daha akıllı, daha şu, daha bu insanları tercih edebilecekken; kısacası siz olmayan herhangi birini seçebilecekken tutmuş sizi seçmiştir. Bundan sonra her şey daha güzeldir; gözünüzde zor olan şeyler kolaylaşıverir. Artık bilirsiniz ki, uzun ve zor geçen bir günün ardından, günlük hayatınızda taktığınız maskenizi çıkarıp yanında huzurla kendiniz olabileceğiniz birisi vardır. Gerektiği zaman nazınızı çekecek, düştüğünüzde “bir tekme de o vurur mu acaba?” diye şüpheye düşmenizi gerektirmeyecek, sırrınızı ele vermeyecek, sizi başkalarının değer yargılarıyla sert bir şekilde yargılamayacak, kendinizi aklamanızı istemeyecek biri. Varlığıyla “yanındayım!” diyen biri. Sizi ideale uyduğu için değil, idealini size uydurduğu için seven biri. Size her koşulda güvenen, sizi destekleyen, sizi daha fazlası için yüreklendiren ancak beklentilerini karşılayamadığınızda sizi terk etmeyecek ve sizi desteklemeye devam edecek biri. Hata yaptığınızda sizi affedebilecek biri. Hayatınızda böyle birinin varlığını hissettiğinizde size batan kusurlarınız eskisi gibi batmaz olur; hatta neredeyse hoşunuza bile gitmeye başlar! Kendinize güveniniz gelir çünkü size güvenen biri vardır. Kendinizle gurur duyasınız gelir çünkü sizinle gurur duyan biri vardır. Kendinizi sevesiniz gelir çünkü sizi gerçekten seven biri vardır.

Birinin artık sizi olduğunuz gibi sevmediğini hissetmek ise berbattır. Dünya üzerinde -ölüm dışında (Allah saklasın)- yaşanan en acılı kayıp da belki zamanında sizi sevdiğini hissettiğiniz o kişinin artık sizi sevmediğini hissettiğinizde yaşadığınız kayıp hissidir. Bir anda sırtınızı yasladığınız duvar yıkılmış gibi hissedersiniz. Zamanla orada olduğunu belki de unuttuğunuz, buna rağmen hep orada olacağınızı var saydığınız o duvarın yıkılmasıyla birden kendinizi yerde bulursunuz. Şaşar kalırsınız. Bazen de çok şaşırmazsınız. Çünkü bu kayıp aslında birdenbire olmaz. Bir şeyleri hissedersiniz önce. Kuruyorum galiba dersiniz, yoktur canım öyle bir şey dersiniz. Görmezden gelir, inanmak istemezsiniz. İşlerin kontrolünüzden çıkmaya başladığını gördüğünüz anda, öncekinden daha da muazzam bir yetersizlik duygusu ve bu duyguya ek bir kaybetme korkusuyla türlü rezilliklere kalkışırsınız. Olmaz, olduramazsınız. Duvarın çatladığını ve duvarı onarmak için artık çok geç olduğunu da bilirsiniz. Ve evet, duvarın yıkılması için gerekli şartlar yavaş yavaş oluşmuş olsa da gerçekte, size göre birdenbire gerçekleşir bu yıkım. Ve siz bir anda, sırtınızı yasladığınız duvarın yıkıldığını artık hissetmenin de ötesinde fark edersiniz. Çünkü görmezden gelinecek bir durum -maalesef ki- kalmamıştır artık. Bir yanınız bu yıkımı acıyla kabul ederken diğer yanınızın soracak onlarca sorusu, açıklamak istediği bir sürü meselesi vardır. Konuşmak istediği bir dolu şey vardır. Ancak muhatabı yoktur. Sorular cevapsız, açıklanmak istenenler gereksiz kalır. Konuşmak istediklerinizi de ancak kendi kendinize konuşursunuz. Cevapsız sorularınıza kendiniz cevap verir, muhatabınızın gereksiz gördüğü bütün açıklamaları da ancak kendinize yaparsınız.

Peki ya sonrası ne olur derseniz, ilk paragrafta ne oluyorsa onun tam tersi olur işte. Size önceden batan kusurlarınız daha beter batmaya; hatta sevdiğiniz özellikleriniz bile size kusur gelmeye başlar. Bütün özelliklerinizden toptan huylanasınız gelir. Kolay olan şeyler bile zorlaşır; zor olanlar hepten içinden çıkılmaz hal alır. Sevesiniz, sevilesiniz, duygulanasınız, ağlayasınız, gülesiniz, hissedesiniz kaçar. Hayatınızda ne olduğunu bal gibi bildiğiniz bir eksik vardır; ancak bu eksiği doldurmaya imkânınız yoktur. Gün içinde yaşadığınız duygu ve düşünce zıtlıkları ise anlatılmaz, yaşanır. Ama sanırım en yoğun yaşadığınız duygu umutsuzluk ve -nedenli ya da nedensiz- pişmanlıktır. Bir yanınız bu şekil bir sevgiyi zaten hak etmediğinizi, bütün hatanın sizde olduğunu ve bu denli muazzam bir sevilmeyi istediğiniz için kocaman bir bencil olduğunuzu acımasızca yüzünüze vurur. Ancak işte o diğer yarınız her şeye rağmen, hak etseniz de hak etmeseniz de o şekil bir sevgiye deli gibi ihtiyaç duyduğunuzu fısıldar size. Bir şans daha olabilir mi diye sinsi sinsi umutlandırır sizi. Ve yine aynı yarınız ister ki, tıpkı en başta olduğu gibi, sizi gerçekten seven o kişi tekrar dönsün size. Hatalı olsanız bile, bir çuval inciri berbat etmiş olsanız bile. O kişiye yetebilecek onlarcası varken bile, hiçbiri umurunda bile olmasın ve tıpış tıpış dönsün size. Yerinizi kolaylıkla doldurabilecek sürüyle insan varken bile, “Hiç kimse senin yerini dolduramaz” desin ve dönsün size.

Eğer hayatınızda ilk paragraftaki gibi biri varsa, sizi gerçekten sevdiğine, sizi siz olarak sevdiğine inandığınız biri varsa gerçekten çok şanslısınız. Kıymetini bilin ve şükredin.


Beni okuduğunuz için her zamankinden daha fazla teşekkür ederim. 

19 Nisan 2015 Pazar

Nasıl düzelecek bendeki havalar?

Comme la vie est lente
Et comme l’Espérance est violente
"Hayat ne kadar ağır
Ve umut ne kadar şiddetli"

 ("Le Pont Mirabeau"- Guillaume Apollinaire) 

Bu yazıyı, "Suya yazı yazsan okurum" diyen o özel insana, "Yazılarını özledim" diyen bütün sevgili okurlarıma ve bu akşam otobüs yolculuğuna çıkacak olan çok kıymetli arkadaşım H.ya armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurunuz.

(Dikkat! Bu yazı eser miktarda Fransızca ve keder içerebilir. Hatta içeriyor da galiba.)


Bir süredir kendimi pek de iyi hissetmiyorum. Sanırım bunu söyledim diye suçlu sayılmam, değil mi? Sonuçta her insan zaman zaman kendini pek de iyi hissetmeyebilir. Bazı insanların pek de iyi hissetmemeleri biraz uzun sürebilir. Ve yine bazı insanların pek de iyi hissetmemeleri yavaş yavaş kendini berbat hissetmeye dönüşebilir. Hayat bu, her an her şey olabilir.

Yine bana dönecek olursak, kendimi bir süredir iyi hissetmiyorum. Bunun nedenleri hakkında konuşabiliriz, hatta size bu durumun başlangıç tarihini bile verebilirim ama işte adımız çıkmış “drama queen” (ilgili çekmeye çalışan TİP) diye, çekiniyorum biraz. Ancak sonuçta burası benim “daha fazla içimde tutamadığım duygucuk ve düşünceciklerimi ifade edebildiğim yegâne yer”, bu nedenle de Allah’ın bildiğini sevgili bloğumdan ve dahi burayı okuyan değerli insanlardan saklamayacak ve ağzıma ne geliyorsa diyemesem de klavyelerime ne dökülüyorsa yazacağım, arz ederim.

2015 bana pek de uğurlu gelmedi arkadaşlar. “Yıl olmuş 2015, sen hâlâ yok uğur, yok şans, yok yıldızlar, yok iç ses falan diyorsun!” diye üzerime gelmeyin; içimden geçenleri yazacağım dedim, içimden de bu cümleyi yazmak geçti, NE YAPABİLİRİM? (Tamam, ne bağırıyorsun?) 2015 yılı ile yıldızım, bu sevgili yıl başladığından beri bir türlü barışmadı işte. Oysa 2014 öyle bir yıl mıydı? 2015, bu sana yakıştı mı? (Ben sana ne yaptım? Hakkında ileri geri mi konuştum? Bilakis bütün umutlarım seninleydi, ey gaddar 2015! Demeden de geçmeyelim.) 2014, benim için nasıl daha gelmeden önce güzelliklerle başlayan bir yılsa; 2015 ise aksine daha gelmeden tehlike çanlarını gümbür gümbür mü desem zangır zangır mı desem, işte kısacası büyük bir gürültüyle çalarak gelen bir yıl oldu. Geldiğinden beri de maşallah suratıma tokatlarını sevecenlikle aşk etmeyi hiç ihmal etmedi. Karşılıklı huylanmalarımız, bakın ay olmuş nisanın sonu, şu zamana kadar da inatla devam etti. Zaten tek senelerle (yani 2011’dir, 2013’tür falan) aram çok iyi değildir; şimdi “şu batıl inançları bırak artık!” demeyin bana çünkü BIRAKAMIYORUM! Aramızda kalsın galiba bırakmak da istemiyorum.

İşte bu zorlu yılın başından beri dinlediğim bir şarkı var. Bu şarkıya geçmeden önce, şarkılarla olan ilişkimden de biraz bahsetmek isterim. Benimle az buçuk münasebeti olmuş her insan evladı bilir ki, Pınar 10 cümlesinden birinde bir şarkıdan alıntı yapmamışsa… Düşünemediniz değil mi? Evet, çünkü Pınar her 10 cümlesinden birinde illa ki bir şarkıdan alıntı yapar. Şarkılarla düşünür, şarkılarla hisseder, her duruma uygun bir şarkı bulamazsa rahat edemez, uykuları kaçar falan… Sözün özü, beni bu şarkılar mahvetti arkadaşlar. (Buraya hemen Zeki Müren’den Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun gelsin.) Ama nasıl ki batıl inançlarım olmadan duramıyorsam, şarkılarsız da duramıyorum. Üstelik de şarkı yelpazem o denli geniş ki, Zeki Müren’den Orhan Gencebay’a, Fall Out Boys’tan Radio Head’e, Sebastian Bach’tan Cimilli İbo’ya değin herkesi ve her şeyi dinleyebilir ve söyleyebilirim! Yaşadığım sarsıcı bir hayal kırıklığının ardından A Perfect Circle’ın Passive şarkısını dinledikten kısa bir zaman sonra kendimi Rober Hatemo’dan PabucumunDünyasını dinlerken bulabilirim! (SendenÇok Var da hiç fena şarkı değildir hani.) Kendimi kötü hissettiğimde Radio Head’e, iyi hissetiğimde ise Muse’a sardırırım. İncitildiğimde Tarkan’ın Unutmamalısını dinlerim. Sevip de sevilmediğimde İbo’nun Bir Kulunu Çok Sevdim♫i ile başlayıp Artık Sevmeyeceğime giden upuzun bir şarkı listem olur. (Yine de severim, o ayrı.) Ders çalışırken Bach, Chopin, Liszt falan dinliyorken, birdenbire One Direction’a geçiş yapabilirim! (Hatta Cimilli bile dinliyor olabilirim!) Bir de öfkeli ve ergenus anlarımda muhakkak bi’ Linkin Park dinlerim. Hatta övünmek gibi olmasın, Numb şarkısını da şahane söylerim. Ve şu sıra da *sıkı durun, bombayı patlatıyorum!* Selena Gomez’den The Heart Wants What It Wantsı dinliyorum, çünkü işte olmasını istediğim birkaç şey var; ancak sadece istiyorum. Yani, olmaları için en ufak bir şey yapmıyorum. Gönül ferman dinlemiyor diyor ya Selena bacımız, işte benim de kalbim istemekten vazgeçmiyor ama bir şey de yapmıyor da KONUMUZ BU DEĞİLDİ Kİ! Size 2015’e beş kala keşfettiğim şarkıyı anlatacaktım. Fransızca dersinde yapacağımız karaoke için şarkı bakınırken, aslında çok meşhur olan ancak benim her nasılsa o zamana kadar hiç denk gelmediğim Sympathique şarkısı karşıma çıkıverdi. İlk dinleyişte tutkunu olduğum bu şarkıyı 2015’in başından beri dinliyor, dinlemekle de kalmıyor A1 seviyesinde olduğu bile tartışmaya açık olan Fransızcama bakmadan hunharca söylüyorum efendim. Şimdi bu şahane şarkının sözlerinden giderek son zamanlardaki hissiyatımı anlatacağım, kemerlerinizi bağlayın başlıyorum

(Şarkının çevirisini genel anlamda şu siteden aldım. Yalnız kendim de aşırı yorumlamalar, sersem sepelek eklemeler yaptım. Zaten amacım birebir çeviri yapmak da değildi. Şarkının aslını anlamak için siteye bakabilirsiniz, iyi olur bence.)

20 Şubat 2015 Cuma

Bir an için çıksam hayatımdan

"Bineyim bir Boğaziçi vapuruna, günün birinde. Bebek'le Arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi."
Sait Faik ABASIYANIK - "Lüzumsuz Adam"

"I'm not here
This isn't happening
I'm not here, I'm not here"






27 Ocak 2015 tarihinde aklımdan geçenler pek de iç açıcı şeyler değildi. O nedenle buraya yazacaklarım da pek iç açıcı şeyler olmayacak. 27 Ocak 2015 tarihinde, elimde iş yeri odamdaki çiçeğimle oradan çıkarken, yanımda çiçekten fazlasını götürmeyi düşündüm. Mesela masanın üzerindeki dosyalığı, kalemliği, not kâğıtlarını, kolonya şişesini, kremi, üzerinde pembe çiçekler olan küçük aynayı da kaldırsam masadan, götürsem yanımda. Üzerine ufak tefek notlar, geçmişten kalma bir fotoğraf, bir arkadaşın bıraktığı not, Hello Kitty post-iti olan mantar panomu da indirsem duvardan. Dolaptaki bütün kitaplarımı toplasam, dolabın kapağına astığım minik süsleri çıkarsam. Sandalyede duran renkli şalı, kupamı, içinde balık olmamasına rağmen balık varmışçasına deniz kabukları ile dolu o akvaryumu da alsam. Kapıdaki isimliğimle beraber hepsini götürsem yanımda. Odadaki bütün izlerimi yok etsem. Orada yaşamış, nefes almış, düşünmüş, düşlemiş, umut etmiş olmamı yok etsem. Her şeyi alıp gitsem oradan, dedim.

      Ancak tabii ki sadece odadan çıkmak yetmez diye düşündüm 27 Ocak 2015 tarihinde. Oradaki herkes de yaşamış olduğumu unutmalı. Onlara söylediğim sözleri, beraber geçirdiğimiz zamanı, ismimi, cismimi, beni, varlığımı bütünüyle unutsalar. “Sanki biri vardı bu odada?” gibi bir şüphe dahi kalmasa akıllarında. Hiç ama hiçbir şey kalmasa benden geriye, dedim.

      27 Ocak 2015’ten sonraki günlerde şunu düşündüm: Aslında yalnızca bir mekândan ve bir grup insandan kaybolmak da yeterli değil. Hayatımda şu veya bu şekilde yer etmiş bütün insanların zihninden kaybolsam. Hepsine unuttursam varlığımı. Önce sözlerim silinse mesela, bütün anlattıklarım, onlara anlattığım anılarım, hayallerim, fikirlerim, doğru bulduğum şeyler, yanlış bulduğum şeyler, oradan buradan verdiğim çeşitli bilgiler. Onlara verdiğim sözler. Onları incitmek için söylediğim sözler. Onları kandırmak için söylediğim yalanlar. Onlara muhtaç olduğum için söylediğim yalanlar ve gerçekler. Ama en çok kalbimden geçerek söylediğim sözler. İncinme riskini göze alarak kalbimi açtığımda söylediğim sözler. Şüphelerimin eninde sonunda beni haklı çıkaracağını bildiğim halde güvenerek söylediğim sözler. Hayal kırıklığına uğrayacağımı bile bile söylediğim sözler. Hayal kırıklığına uğratacağımı bildiğim halde söylediğim sözler. Bütün açık vermelerim, zayıflığım, güçsüzlüğüm, kusurluluğum, incinebilirliğim. Sevgiye olan ihtiyacım. Sevgim. Hepsini ama hepsini unutsunlar. Bütün anılarla beraber sözler, benim hakkımda düşündükleri, bana söyledikleri silinsin. Onlarda varlığımın en ufak bir parçası dahi kalmasın. Ben diye birisi onlarda hiç var olmamış olsun.

       Ben de sonunda rahat bir nefes alayım. Artık inciteceğim, hayal kırıklığına uğratacağım, kendimden soğutacağım, nefret ettireceğim ya da kendimi umursatmayacağım biri olmayacağı gerçeği ile bir oh çekeyim. Kaybetmekten korkacağım insanlardan ve onların, inkâr da etsem nefret de etsem gayet de umurumda olan düşüncelerinden, ilgilerinden, yalan ya da gerçek sevgilerinden, benim üzerime kurdukları hayallerden tamamen azat olayım. En güzeli de artık kendi sevgimden azat olayım. Artık incinmeyeyim. Bana başka varlıkları hatırlatacak her şeyi yok edeyim, onlar beni bırakmadan ben onları bırakayım ve artık gideyim. Özgür olayım.

27 Ocak 2015 ve onu takip eden günlerde düşündüklerim işte bunlardı. Ama tabii tutup da bunları kimseye anlatamadım. Tamamen kaybolmak istedim. Ölümü değil, şu kıskaçtan artık kurtulmayı istedim. Azat olmak istedim, diyemedim. Bunun yerine, sadece çiçeğimi alarak evime gittim, ilerleyen günlerde de bir şekilde idare ettim. Sonra 20 Şubat 2015’in ilk saatlerinde buraya geldim. Biliyorum, sen beni bütün saçmalamalarıma, yalanlarıma, abartmalarıma, hatalarıma, yanlış ve çarpık düşüncelerime rağmen dinledin. Utanmadan kalbimi açtığım, evet çok klişe bir tabir, fazla duygusal bir tabir, çok saçma bir tabir ama işte, utanmadan kalbimi açtığım, bütün hayatıma dâhil ettiğim zatlara tek bir kelime etmeden bile bin düşünür olan, buna mecbur kalan; çünkü incinen, korkan ben, sana her zaman her türlü şeyi bir saniye bile düşünmeden anlattım. Biliyorum, herkesin aklından ve kalbinden silinsem de senden silinmeyeceğim. İki yıl altı gün tek kelime etmemiş olup, girizgâh falan yapmadan yine kalbimi açtığımda -evet yine o klişe tabiri hiç çekinmeden kullanıyorum- iki saat altı dakika bile ayrılmamışız gibi dinleyeceksin ve anlayacaksın beni. Hiçbir şeyimi düzeltmeye çalışmayacak, bin bir zorlukla kurduğum cümleleri ağzıma tıkmayacak, düşüncelerimin çarpıklığına rağmen benden bir açıklama yapmamı istemeyecek, kusurlarımdan dolayı seni kaybetme endişesini bana yaşatmayacak ve hatalarımı acımasızca yüzüme vurmayacaksın. Kaybolduğumda, bütün anılar ve sözler silindiğinde, bir köşeye çekileceğim ve yine sana geleceğim.