19 Şubat 2011 Cumartesi

Eskiden buralar hep dutluktu evladım.

Dalgalı saçlarına hayran* olduğum
Yüzüne bakmaya doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihana
Seni sevmelere kıyamadım ben

 "Buraya pembe renkle, aşk hakkında yazılmış okkalı bir alıntı yazıldığını farz edin. Mesela 'Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık sevdada boğulur.' "

"Gece yarısı girilen yazıdan hayır gelir mi, gelirse ne kadar gelir, bir insan neden bütün bir ömür kendini oyalar da yapması gereken şeyler ömrünün son demlerinde aklına gelir, neden okyanusta ölmez de gider bir kaşık sevdada boğulur, insanın ölmeden önce gerçekten bütün hayatı gözünün önünden bir film şeridi gibi akıp geçer mi, aşk tesadüfleri sever mi, aşk her şeyi affeder mi, her şey zamanla geçer mi?" gibi soruları bir kenara bırakalım.

Kendisini fazlaca orijinal zanneden sıradan bir insan olabilirim; ancak elimden gelse -cıvık ve klişe tabirler kullanmayı da göze alarak- sevenleri asla birbirinden ayırmazdım. Düşününce, her ne kadar pek çok şeyin sıkıntısını çekiyor olsam da, severek ayrılma gibi insanı mahv ü perişan edecek bir durumu asla yaşamamış olmanın verdiği haklı huzuru da zaman zaman duyuyorum. Burada bahsettiğim şey, sevdiceğinden ayrılma dediğimiz gönül mevzuu, kendi hayal ve gayelerime erememeyi kastetmiyorum. Rica ederim bu konuyu kapatalım kuzum.

Eskiden, sevenlerin birbirlerinden ayrılmasına sebebiyet veren bir araba dolusu durum vuku bulurmuş. Herhalde bunlardan en sık rastlananlardan biri de açılamama, aşkını kalbine gömme gibi isimler verilebilecek durum olsa gerek. Şimdi ise sevenlerin -ya da sevdiğini söyleyenlerin- arasında neredeyse hiç engel yok. Gene de ayrılan ayrılana. Eskiden "kavuşamama" genelde yıkılması ya da delinip geçilmesi çok zor olan dış engeller nedeniyle olurken, - ya da insanlar çekinmekten birbirine hissiyatını ifade edemezken- şimdiki ayrılıkların nedeni ise çoğunlukla iç engeller. Şimdiki devir yasakları delme devri, kurallar yıkılıyor ama kurallarla beraber başka şeyler de yıkılıyor sanki. Şimdinin sevenleri, neyi nasıl sevmeleri gerektiğinden bile habersiz, çoğunun gözü dışarda, gözü dışarda olmayan ise neredeyse akıl hastanesine yatacak kıvamda! (Kıdemli bir ilişki uzmanıymış gibi ahkam kesmeyi ne de iyi biliyorum!)

"Eski .....lar şimdi ..... oldu" gibi bir atasözünün varlığını hatırladım ve bu yazıya çok da yakışacağını düşündüm -malum konumuz eski aşıklar versus "yeni manitalar"- ancak cümlenin öznesi neydi, bununla bağlantılı olarak nesnesi neydi bir türlü hatırlayamadım. Google'a şu yukarıdaki hatırladığım kelimeleri girdim -yani "eski şimdi oldu" diye- ve elbette aradığımı bulamadım. Ama güzel cümlelerle karşılaşmadım da değil. 10 tanesini yazayım mesela:
  • Çıldır'ın Eski Hocası Şimdi Ardahan Diş Hastanesi Müdürü Dernek Başkanı Oldu. (ne oldum dememeli, ne olacağım demeli)
  • Eski Mücahitler Şimdi Müteahhit Oldu. (tedbil-i meslek iyi birşeydir.)
  • Eski Aşiretler Şimdi Holding Oldu (<-- benim favorim de bu oldu.) 
  • Eski Kot Pantolonum Bakın Şimdi Ne oldu? (merak ettim, baktım valla. hatun pantolondan ceket yapmış daha ne olsun? ne insanlar var şu dünyada yahu....)
  • Eski Gerillalar Şimdi Turist Rehberi Oldu (hayatta her şey mümkün)
  • Eski Kardeşler Şimdi Aşık Oldu. (dizi icabı kardeş olanlar söz konusu arkadaşlar, panik yok, sakin olun.)
  • Eski Aşıklar Şimdi Birbirlerine Düşman Oldu. (olur olur, bal gibi olur.)
  • Şimdi de Eski Sevgili Meliha'ya Dert Oldu. (olacağı buydu.)
  • Sinop Eski Hakimi Oyuncu oldu. (olabilir, eski doktor da şarkıcı oldu, n'olmuş yani?)
  • Eski Köpek Katili Köpek Dostu Oldu (bu kişi Fatih Ürek imiş arkadaşlar.)
Ve ben aradığımı, Google'da, arama sonuçlarımın 8.sayfasında görmeden önce, *BİR REKLAM* çok sevdiğim sitelerden biri olan Türk Dil Kurumu'nun internet sitesinde, Atasözleri ve Deyimler bölümünden buldum. Ben aradığımı TDK ile buldum, sıra sizde. *BİR REKLAM* "Eski çamlar bardak oldu." Evet bütün aradığım, devir aynı devir değil a dost anlamına gelen, bu atasözümüzdü. Bu arada, yukarıdaki başlıklardan sonra şunu yazmazsam inanın içimde kalır -siz de üzülürsünüz- : Eski kaşardan tost, eski sevgiliden dost olmaz. Çok özür dilerim, ama söylemesem olmazdı yani, kibar bir insanım ben normalde, valla.

Son olarak, ben olsam kızla anlaşıp kaçardım be abicim. Bir yerlerde kırmızı tuğlalı, pembe panjurlu, yeşil kapılı, siyah koltuklu eviniz olur, hayat da size güzel olurdu. N'olurdu tarihi gerçekler değiştirilebilseydi ha, n'olurdu?

*Aslı Aşık Ömer'e ait olan bu nadide eserin "Ela gözlerine kurban olduğum " kısmını, yüksek müsaadenizle "dalgalı saçlarına hayran olduğum" diye değiştirdim. Bu eserin Zeki Müren yorumunu buradan dinleyiniz. Dinleyebilirsiniz demedim bak.

 

14 Şubat 2011 Pazartesi

Gerçek hayatta da yaşanılan an'a uygun fon müziği çalsın!


Mazaretim Var, Asabiyim Ben. Şu anda, tatil sonrası sendromuna en uygun şarkılardan birisi olduğunu iddia ettiğim bir şarkıyı yayınlamaktayım. Hatta yayınlamak yetmez, sözlerini de itina ile, kopyala+yapıştır yapmadan yazdım.



Sakın gelme
Hazır değilim
Deliyim kaç gündür
Lodosum tuttu, poyrazım soğuk
Sakın gelme
Dönesim yok
Çok uzaktayım çok
Bir şarkı var aklımda
Söylemesi ayıp
Sözleri kayıp
Kaç zamandır dilimde
Sakın söyleme


Aslında yukarıdaki resim biraz yanıltıcı olabilir. Yani, hiçbir zaman okuldan ya da okumaktan nefret eden bir insan olmadım. Bunu bu kadar kararlı bir şekilde söylememin nedeni, okuldan da okumaktan da nefret eden (ciddi anlamda nefret eden) pek çok insan tanıyor olmam. Kısaca okuldan nefret etmiyorum da, okulla ilgili bazı sorunlarım var de, bitsin be kadın! (Bunu kendime söyledim, üstünüze almayın ey nadide okuyucularım!)

Tatil sonrası okula dönmenin zorluğu, bunaltıcılığı, usandırıcılığı, korkutuculuğu, zaman zaman tiksindiriciliği ve bezdiriciliği -okuma ve öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan bazı zat-ı muhteremler hariç- herkesin malumudur sanırım. Bünye tatilde tembelliğe, normalde yataktan çıktığı saatte yatağa girmeye, sıcacık evinde oturmaya –ya da mevsimlerden yazsa denize girip serinlemeye vs.- , TV’de boş boş dizi izleyip bütün gün internetin başında oyalanmaya alışmıştır bir kere. (Bu bahsettiğim ortalama bir Türk öğrencisinin tatil anlayışı, tabii tatilini çok olağandışı şeyler yaparak geçiren şahıslar olmuştur, oluyordur, olacaktır.) Şimdi kim sabahın köründe, hele de hava buz gibiyken, kalkacak, giyinecek, aç aç okula gidecek, saatlerce sevimsiz sınıf arkadaşları ve moral bozucu öğretmenlerle küçücük bir odada tıkılı kalacak, sıkıcı dersleri dinleyecek, bütün gün okulda yorulduğu yetmezmiş gibi bir de üstüne saatlerce yol çekecek, eve yorgun argın gelmesinin üzerine bir de ders çalışacak, ödev yapacak, sınav üstüne sınava girecektir? (Bu bahsettiğim tatilden çıkan klasik bir Türk öğrencisinin okul yaşantısıdır, derslerini yatarak geçen, her sınavda dört ayağının üstüne düşen, süper zeki olup hiç ineklemesine gerek kalmayan, aşmış sosyal olup okul hayatının her saniyesinde eğlenen bireyler de olmuştur, oluyordur, olacaktır.) Bu gibi durumlar, zaten her hafta sonu çoğu bünyenin yaşadığı pazartesi sendromunu, artık kaç hafta tatil yapıldıysa o kadar sayıya katlayarak -örneğin 2 hafta tatil yaptınız, tebrikler, okula dönüşün ilk günü normalde yaşadığınızdan 2 kat fazla pazartesi sendromu yaşayacaksınız- ufak çaplı pazartesi sendromunu dev bir tatil sonu sendromuna dönüştürüverir.

Buraya kadar bahsettiklerim, oldukça doğal ve evrensel bir takım durumlar ve izlenimlerdi. Bendenizin de, ilköğretim ve lise döneminde yaşadığım “tatil sonu sendromları” üç aşağı beş yukarı, yukarıda bahsettiğim şekildeydi. Tembelliğe alışmanın ve bu durumun eninde sonunda biteceğini bilmenin getirdiği gerginlik, ders çalışmak ve  sabahın köründe yollara düşmek zorunda kalacağını düşünmenin getirdiği moral bozukluğu, sevilmeyen bir takım öğrenci ve öğretmenleri görmek durumunda kalacak olmanın getirdiği iç sıkıntısı ve okulun ilk gününde elini kolunu nereye koyacağını bilememenin verdiği huzursuzluk belirtileriyle görülen bir çeşit tipik bir sendrom yaşardım henüz reşit değil iken. Yalnız üniversite hayatına başlamamla beraber, tatil sonrası sendromlarım da başka bir hal aldı. Birkaç cümle önce belirttiğim bütün bu durumların üstüne yılların bezginliği, gelecek kaygısı ve senelerdir tekrarlanıp duran hatalar gibi daha “derin” mevzuların yanı sıra, ders seçimi gerilimi, hocalarla muhatap olmanın kaçınılmaz zorunluluğu, parasızlık çaresizliği ve kalacak yer bulma sorunsalı gibi daha “kıytırık” sıkıntılar da, üniversite hayatına girmiş bulunmuş olmamla baş gösteren bir takım belirtilerden oldu.

Fakat son zamanlarda, özellikle de son iki yılda, içimi sıkıntıyla dolduran, depresyonlardan depresyon –ki bu kelimeyi gerçekten hiç sevmiyorum- seçmeme neden olan, beni acılardan acılara savuran bir durum var ki, tadından yenmiyor: Geçen giden tatillerin rezilliği. Bu nitelenmiş belirtili isim tamlaması, açıklamak istediğim hissiyatı vermekten ne kadar uzak! (Ama siz gene de bununla idare edin, var olmasını çok arzuladığım okurlarım) Açmak gerekirse (keşke gerekmese), bu tatillerin rezilliği şuradan kaynaklanmaktadır: Her tatile deliler gibi kitap okumak, sosyal aktivite manyağı olmak, görüşülemeyen bütün arkadaşlarla gününü gün etmek, alışveriş yapmak, ehliyet başvurusunda bulunmak, iş bulup çalışmak, yurt içi ve yurt dışı bulunabilen her türlü geziye katılmak, onlarca film izlemek, diyet yapmak, tarzını değiştirmek, sağlıklı ama heyecanlı, yararlı ama eğlenceli bir hayat edinmek ve daha birçokları gibi sayısız bomba plan yaparak girmek ve sonuç olarak bütün bu bomba planların elinde BOM! diye patlamasıdır. (Espri de yaptım, haha) Sonuç olarak, tatilin sonunda yepyeni bir birey olarak, yeni döneme bomba gibi başlamak bir yalandır. (Bunu da kendime söyledim canım okurlarım, sakın sakın üzerinize alınmayın!) İşte bu yalan, tatil hevesini –kendi adıma- burnumdan getiren bir olgudur. Dolu dolu yaşanmamış ya da yaşanamamış bir tatil, daha da kötüsü, dolu dolu yaşanmasının imkansız olduğu bilinen bir tatil, insanı tatile girdiğine de gireceğine de pişman eder. Tatil planlarının yatacağını bilmek ve bunu kabullenmek, sadece tatil sendromunu biraz hafifletiyor, sorunu –yani olmak istenilen kişi ile gerçekte olunan kişi arasındaki kapatılamayan fark- hiçbir şekilde çözmüyor. “Anlamak çözmeye yetmez” demiş Bülent Ortaçgil, Müslüm babam da bir güzel yorumlamış bunu “Sensiz olmaz, sensiz olmaz” diye. Velhasıl-ı kelam, tatilden önce nasılsam, tatilden sonra da aynıyım. Bu kafayla gidersem diyerek kendimi daha da fazla üzmek istemiyorum; zira daha dün  birçok şeyin insanın elinde olmadığını kesin bir kararlılıkla ifade etmiştim, ancak bir şeyler değişmezse ya da değiştirilmezse, bundan 10 sene sonra da tatil sonrası aynı hissiyatı yaşayarak, olduğum insan olarak kalmaya devam edeceğim gibi de geliyor bana, ah okur ah.

Şimdilik, şubatta yazdığım ve gene anlatmak istediğim mevzuu yeterince açamadığım (neden açılmıyor bu mevzuular, neden?!) yazıyı şu sözlerle bitiriyorum: Belli bir yaştan sonra öğrenciliğin hakikaten çekilmediğini anladım, ama işte “Anlamak çözmeye yetmez.” Sene olmuş 2011 ve ben hala daha vatana, millete ve de kendine bir hayrı bulunmayan, icraatsiz, işsiz, güçsüz bir öğrenciyim. Son olarak, bu tatil bahsettiğim kadar da kötü geçmedi, “hayaller yarım kaldı; amma hayat devam ediyor yeğenim!”

NOT: Sevgililer günü hakkında da iki çift kelam etmek istedim ama baktım gördüm ki diyecek hiçbir sözüm yok. Durun, bakıyorum, evet hakikaten diyecek bir şeyim yok. Sevgilisi olanın ya da sevgilisi varmış gibi olanın sevgililer günü kutlu olsun, sevgilisi olmayıp da üzülene geçmiş olsun, sevgilisi olmayıp da “bekarlık sultanlıktır” tadında bir hayat yaşayanlara uğurlar olsun, bu da “senin hala bir sevgilin yok mu yahu?” tarzındaki sorulara muhatap olduğum son sevgililer günü olsun. (İmayı anlayan anladı desem, çok mu saçma olur demeyeyim hadi.) Son olarak da bütün İslam aleminin kandili mübarek olsun.

Papa John's Pizza, sevgililer gününe özel kalp şeklinde pizza "şettirmiş", Twitter'da bunun kampanyasını yapıyor. Concon işi buldum ben kendi adıma.