30 Aralık 2011 Cuma

Sebebim oldun zalim, sonuma imza attın

yanlış bir köşeye koymuşlardı seni
oyununa geldin yaşamın
(Afşar Timuçin)
"Uzaklardaydım, oracıkta, öbür kıtada; keşke yalnız bunun için sevseydiniz beni" temalı, FOB'un kardeşi demek istediğim ama bir yandan da üvey evlat muamelesi uyguladığım sevgili bloğum Absürd Bir Seyyahın Trajikomik Seyahat Anıları'nda, kısaca ABSTSA -berbat bir kısaltma olduğundan hiç kullanmıyoruz efenim kendisini- konusu geçecek olan "Niyet neydi akıbet ne oldu?" konulu yazıma başlıyorum, yazı ortalara doğru "Felek kime şikayet edeyim seni" havalarına bürünürken, sonlara doğru ise "Kendim ettim kendim buldum, vay benim dertli başım" olayına sarabilir, şimdiden uyararım istedim.



Öncelikle, bu yazıyı biraz olsun anlamlandırabilmek adına 2011'den gün aldığımız o vakitlerde çiziktirdiğim şu yazıyı okumanızı şiddetle tavsiye etmekteyim: Güle Güle Dandirik 2010, Hoşgeldin Umut Fakirin Ekmeği 2011!  Korkunuza, endişenize hemen son vereyim; yok o hala sizi değil bir başkasını seviyor, sevdiğinize asla kavuşamayacaksınız, o ayrı bir konu da; "Sebebim Oldun Zalim 2011, Senden de Bir Hayır Geleceğe Benzemez Ya Du' Bakalım 2012" zımbırtısı, muhtemelen, bir önceki zımbırtı kadar çetrefilli bir yazı olmayacak. (söz veremiyorum da, işte.)

Efendim, Güle Güle Dandirik 2010, Hoşgeldin Umut Fakirin Ekmeği 2011!'de şöylesi beylik bir laf etmiş yazarınız, noktası virgülüne aktarıyorum: "2011 için en büyük hedefim, 2011 için hiçbir hedef koymama hedefi. Eğer bu hedefime başarıyla ulaşabilirsem, bilin ki 2011 o kadar da kötü bir sene olmamıştır. Hedef koymama eşit değildir hedefsizlik, hedef koymama eşittir ulaşılamayan hedeflerin olmaması, vicdan azabı ve hayal kırıklığı çarkına düşmeme. No pain, maybe gain." Peki sizce yazarınız bu işkembe-i kübradan salladığı sözüne sadık kalıp bu hedefini gerçekleştirebildi mi? ELBETTE HAYIR! Öyle bir şey olabilir mi? Hedef koymama da ne? Hayal kurmayarak hayal kırıklıklarından kaçınmak diye bir şey var mı? 2011 için "hayal kırıklıkları sarmış dört bir yanımı, aldığım her nefes hayaldir, hedeftir, erektir bana" desek yeri, hani o derece fecaat bir durum arkadaşlarım.


2010 hakkında edecek birkaç çift kelamım varmış ki etmişim ama 2011 yılı hakkında ne söylesem bilemedim. Hani güzel ama bir yandan kötü, böyle bomba, olaylı molaylı bir yıl ama bir o kadar da durgun gibi, hani açsa çok güzel olacak ama açayazan bir goncayken soluvermiş bir çiçek gibi 2011. (Of of of laflara gel anam babam!) Ya da hani böyle bir şeyi severek yemeye başlarsınız da sonunda tadı bayar, böyle mideniz bir tuhaf olur, yediğinize yiyeceğinize pişman olursunuz ama bir türlü de bırakamazsınız. İşte böylesi bir kekremsi tat bıraktı 2011 benim ruhumda. 2011 öylesi saçma sapan bir yıla dönüşüverdi ki birden, 2012 hakkında ne düşüneceğimi de bilemedim. Kısacası bir şeyler hissediyor gibiyim ama ne hissettiği de hiç bilemedim. (Kendinden haberi olmama durumu demiştik bir önceki yazıda, çaktınız mı?)


2011 benim açımdan değerlendirilmek için fazla acı, nefret edilmek içinse fazla mucizevi. Hani şimdi  "Yaaaa, 2011'de de hiçbir umduğumu bulamadım, gene boşa kürek çektim, bütün hayallerim yerle bir oldu, sevdiğimden ayrıldım, başıma gelmeyen kalmadı, ühühüühü!" diyerek ağlasam sızlasam, bana verilen nimetleriyle beraber bu yıla çok büyük bir haksızlık etmiş, nimetleri veren'e de çok büyük bir nankörlük etmiş olurum. Aslında 2011'de "fevkaladenin fevkinde mucizevi vukuatlar" denilebilecek binbir türlü olay meydana geldi. Hatta mesela ne bileyim şöyle Temmuz'da bitmiş olsaydı bu yıl, "Sevgili 2011 sen şimdiye kadar geçirdiğim en muhteşem yılsın! Adeta muhteşem yüzyıl gibisin!" diyebilecekken, Aralık denilen, severim de keratayı ama napayım (Rabbim sen affet), nalet ayda bittiğinden, "Sevgili 2011 sen nasıl saçma sapan bir yıl olup çıkabildin böyle acaba, gökten başıma düşen armut gibisin!" diyorum. Hatta ve hatta, kendimi şiirlere, şarkılara vurarak: "Ey 2011, sen benim için kırk yılda bir gibisin; öyle eksik, öyle hazin, öyle paramparça (Cemil Ersöz)" diye haykırmak istiyorum.




Çok da suyunu çıkarmadan, şunu da ekleyeyim: Benim için her sene zor geçen bir senedir arkadaşlar. Zordur zor olmasına ama her yılın sonunda bir araba dolusu ders çıkarmadan da duramam kendime. Bu sene kendime çıkardığım ders (aslında ben çıkarmadığım, sağolsun bir kafamı yarmadığı kaldı o dersin, o derece kabak gibi ortadaydı yani) ise şu oldu: Hayaller uzaktan daha güzel. İnanın bana öyle. Etmeyin niyet filan. Kısmetiniz ne ise onu yaşayacaksınız. Bizim de kaderimiz böylesi imiş demek ki.


Bu alakaya maydanoz, fazlaca sulandırılmış determinist tavırlardan sonra, kendimi yollara vurmanın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum. Ben gerçeklerden kısmen kopmak pahasına, hayal kırıklıklarım ile vicdan azaplarımı bir kenara bırakarak, 2011'i sadece muhteşemliği ile hatırlamaya çalışacağım. "Islak sokaklar boyunca" bunu düşüneceğim. 2012 içinse tek bir laf bile etmiyorum. Hadi hayırlısı deyip geçelim.


Her şeyin en iyisini de bildiğimiz filan yok, hiçbir zaman olmadı, hiçbir zaman da olmayacak.


"Ah babacığım pek çok dualarımızda mutluluk sanarak felaketimize amin deriz de böyle oluruz." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)

Felaketten uzak mutluluğa yakın bir 2012 duasıyla, her nerede yaşıyor da kıymetini henüz bilemiyorsanız, orada kalın, esen kalın.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Kalbimle aklımın arasındaki mesafeyi ölçmeye mezuralar yetmiyor

"Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma Çarşamba günleri"
Cemal Süreya


Bir insanın kendinden haberinin olmaması meğer ne menem bir duyguymuş! Ne yaptığının, ne hissettiğinin, ne düşündüğünün farkında olmaması, sürekli  “meğer” sözcüğüyle başlayıp “haberim yokmuş” ile biten cümleleri kurması meğer ne kadar acı bir durummuş. Tecrübelerin sonu gelmiyor.

“Meğer ne kadar açmışım da haberim yokmuş, yemek yiyince anladım.” “Meğer ne kadar tokmuşum da haberim yokmuş, yemekten kalkınca anladım.” “Meğer ne kadar yorgunmuşum da haberim yokmuş, yatağa girince anladım.” “Meğer  ne kadar yalnızmışım da haberim yokmuş, odama girince anladım.” “Meğer ne kadar özlemişim de haberim yokmuş, onu görünce anladım.” “Meğer  ne kadar sevmişim de haberim yokmuş, onu kaybedince anladım.” “Meğer ne kadar mutluymuşum da haberim yokmuş, aniden mutsuzlaşınca anladım.”  “Meğer ne kadar üzülmüşüm de haberim yokmuş, birisi dokunuverince anladım.” “Meğer ne kadar ümitlenmişim de haberim yokmuş, onun da hepsi gibi olduğunu anlayınca anladım.”

İnsanlar ile şehirler arasındaki benzer özelliklerden biri, ikisinin de kıymetinin onlardan ayrılmadan asla tam olarak bilinemiyor oluşu. İnsanoğlu tatlı dilden değil sopadan anlıyor. Bir diğer benzer özellik ise, hem yeni bir şehirde hem de yeni bir insanda her şeyin çok farklı olacağının düşünmeniz. Oysa ki, bütün şehirler bir yerden sonra aynı ve o çok farklı zannettiğimiz bütün insanlar bir yerden sonra herkesleşiyor.

İnsan neden her defasında ümitleniyor? Onlarca kez düştüğü o çukura bir kez daha düşeceğini bile bile neden sürekli bir şeylerin peşinde koşuyor? Gerçekten de insanoğlu tatlı dilden değil temiz bir dayaktan anlıyor. Ya da en azından benim canım sopa istiyor. Zira bir insanın kendini bu kadar kaybetmesi mümkün değildir zannederdim; ama meğer insan kaç yaşına gelirse gelsin,  kendini şaşırtabiliyormuş da haberim yokmuş.

Ne güzel  bir cümle kurmuş Emrah Serbes, “yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok .”diyerek. Benim de yaşadıklarımdan öğrendiğim hiç ama hiçbir şey yok. Bir şeyler  öğrenebilmiş olsaydım eğer, elimdekilerin kıymetini kaybettiğim anda anlamazdım. Ya da başka bir deyişle, bir nesne yahut kişi elimden çıktığı anda kıymet kazanmazdı. Ve her seferinde birilerinin başkalarından farklı olduğu martavalına inanmazdım, hepimiz herkes gibiyiz işte.

Bu da gol değil.