27 Aralık 2009 Pazar

Göstermek gerek sevgiyi

Bu yazıyı yıllar önce (04/11/2005-4 yıl olmuş) bir arkadaşım mail ile bana gönderdiğinde gerçekten de etkilenmiştim. Pek çok arkadaşıma da ilettim bu yazıyı ardından. Yazanlara katılıp katılmamak değil de sevginin önemini az biraz da olsa hatırlamak ve bunca sıkıntının arasında bununla avunmak gayesiyle, 4 yıl önceki yazıyı burada yayımlıyorum.

  1. Dünyada en az iki kişi sizi uğrunuzda ölecek kadar seviyordur…
  2. Dünyada en az 15 kişi uğrunuzda ölmese de sizi seviyordur…
  3. Biri sizin gibi olamadığı için size çok imreniyordur…
  4. Sizin bir gülümsemeniz, size bakan bir çok yüzü aydınlatıyor…
  5. Her gece birisi mutlaka uykuya dalmadan önce sizi aklından geçiriyordur…
  6. Birisi için dünyalara bedelsinizdir…
  7. Siz olmadan yaşayamayan en az bir kişi var…
  8. Siz sahip olduğunuz bütün özelliklerinizle kendinize özel ve eşsizsiniz…
  9. Varlığından haberiniz bile olmayan biri sizi seviyordur…
  10. Dünyanın en büyük hatasını bile yapsanız mutlaka bundan size yarayacak bir şey çıkar…
  11. Bütün dünyanın size sırtını döndüğünü düşündüğünüzde, etrafınıza bir bakın. Belki de sırtını dönen sizsiniz?
  12. Bir şeyi elde edemeyeceğinizi düşünürseniz ona asla sahip olamazsınız. Ama kendinize inanırsanız er ya da geç istediğinizi elde edersiniz.
  13. İnsanların sadece iltifatlarını aklınızda tutun, kabalıklarını unutun.
  14. Her zaman insanlara onlarla ilgili ne hissettiğinizi söyleyin, bilmelerini sağladığınızda kendinizi çok daha iyi hissedecekssiniz.
  15.  Gerçekten eşsiz bir arkadaşa sahip olduğunuzu düşünüyorsanız, bunu hemen şimdi ona söyleyin.



Ve de:
                                                                    aşk


                                        Onu sevdiğini aynalara yazmaktır.... :)
                                                                                  (Aynaya Türkçe yazması sebebiyle hoşuma gitti.) 

18 Aralık 2009 Cuma

Hastalıklarım 1- Varolmanın engellenemez sonucu

   Yaşamanın Kalıcı Yan Etkisi*

  Aklıma şöyle bir şey gelir bazen, herhalde Orhan Veli benim için bir şiir yazacak olsaydı "hiçbir şeyden çekmedi dünyada mide bulantısından çektiği kadar" derdi diye. Tabi koskoca Orhan Veli'nin benim için neden şiir yazacağı ya da kaderin ne tür bir cilvesiyle tanışıp da bu şiiri bana adayacağı vs. gibi konuları düşünmeyerek bu düşünce aklıma gelir. Ayrıca benim için "Yazık oldu bizim Pınar'a" deyip demeyeceği de tartışılır.

  Mide bulantısı yaklaşık 4 senedir şiddetli olarak vücudumu etkileyen bir olay. Sağlığımla ilgili daima sorunlar yaşadım ama 4 senedir bahsettiğim sağlık sorunlarımın %90'ını midemle ilgili sorunlar oluşturdu. Onun öncesinde de midemle ilgili problemlerim oluyordu tabi ama böylesini yaşamamıştım. Mide ağrıması... mide yanması... ama en en en sık yaşadığımsa mide bulantısı...

 Doktora gitmedim henüz, gidersem ne diyeceğini de tahmin edebiliyorum. Yani bir takım olasılıklar var en azından. Mesela ülser başlangıcı tarzi birşey vuku bulmuş olabilir ki bu son 4 yıldır mideme gelen zararlarla (ya da verdiğim mi demeliyim?) oldukça mümkün. Yediklerimin dokunacağını hiç sanmam çünkü "çooook sağlıklı ve kontrollü" beslendiğimi düşünürken bile midemdeki sorunlarla baş edemiyordum hatta bu zamankinden çok daha kötü durumdaydım desem abartmış olmam. Son olasılık da psikolojik nedenler ki insanların (ve tabii doktorların da) en çok üzerinde durduğu konu bu "psikolojik" etkenler. Herşeyin sorumlusu milletin dilinden düşürmediği şu "stres" oldu. Doğruluk payı ne kadardır bilinmez ama en azından kendi açımdan baktığımda, stresin değil belki ama, "sıkıntı"mın bu duruma yol açtığını rahatlıkla söyleyebilirim.

  Bu "sıkıntı" (ya da -lar ekini mi getirmeliyim bu kelimeye?) beni "sardığı"ndan beri mide bulantısını çekiyorum cümlesi ile durumu özetlemek mümkünken neden sözü uzatmaya çalışıyorum ki? Doğru, daha öncesinden hiçbir şey böyle değildi ki. Sadece bir şey için "sıkılmaya" başlamadım aynı zamanda kendime yeni bir sıkıntı da edinmiş oldum böylece. Ve şu anda iki sıkıntıdan da kurtulamamanın ve önümüzdeki bilmem kaç yıl boyunca (ya da ölene kadar) kurtulamayacak olmanın verdiği sıkıntıyla üç sıkıntı sahibiyim. 

  İnsanı söyleyemedikleri, içinde tuttuğu sıkıntılar, düşünceler, öfkeler, kızgınlıklar, nefretler, pişmanlıklar bu hale getiriyormuş. Ağlayamadıkları, sustukları vücutta böylesine bir tepkiye neden oluyormuş. Ağlayınca, anlatınca, açıklayınca biraz rahatlıyormuş ama asla tam anlamıyla kurtulamıyormuş. Sonunda da yazık oluyormuş ona...


  Ekşisözlük'te mide bulantısı başlığı altında yazılanları okuduğumda durumumla manidar olanları buraya eklemeden edemeyeceğim:


29 Kasım 2009 Pazar

Geri dönüş sancılıdır bazen

 Ne zamandır blog yazmıyormuşum.. -muşum diyorum çünkü aslında aklımda hep buraya yazmak var. Her yaşadığım anı, yazmaya bir malzeme olarak düşünüyorum, kafamda bir sürü şey tasarlıyorum ama sonunda bir şekilde yazmıyorum ya da yazamıyorum bunları. Bu senenin başından beri yazmayı düşündüğüm hemen her şey hala daha aklımda ve samimiyetle söylüyorum ki zamanı geldiğinde hepsini hatta belki daha fazlasını bir şekilde yazmaya çalışacağım. Yazmayı gerçekten de çok özlüyorum.

  Şimdi yazacağım şey ise Taraf gazetesindeki 20 soru isimli kısımdaki (gazetenin en arka sayfasında bulunur) ve benim bu 20 soruya verdiğim 20 cevap. Sadece içimden geldi, doğaçlama vereceğim cevapları. Öyle işte.


26 Eylül 2009 Cumartesi

Ne gerekenleri anlatabildi ne de susabildi...



istediklerimiz ve elde ettiklerimiz . Bölüm 1
   

    Uzun süredir bu başlığın ve ardından gelecek muhtemel içeriğin fikri aklımda olmasına rağmen bu yazıyı erteledikçe ertelememin tek sebebi, bu yazının da blogumdaki diğer pek çok yazı gibi “aşırı duygusal ögeler” içermesi ve beni gerçekten de fazlaca yaralamasıdır. Inanın ki şimdiye kadar yazdıklarım içinde en az bu yazıyı yazmak istedim ama gene de tutamadım kendimi ve acı da çekmem gerekse, duygu seline de boğulsam bir şekilde bu yazıyı tamamlamak için elimden geleni yapacağım. Çünkü daha fazla içimde tutamıyorum bu düşünceleri. “Bir şey ne kadar büyürse onu kendimize saklamak da o derece zorlaşır.”

  Aslında daha başlıktan her şey o kadar açık ki… İstediklerimiz ve elde ettiklerimiz = hayal kırıklığı. Bu kadar işte, şu gözümüzde büyüttüğümüz koca hayatın basit denklemi. Ne kadar çok istersen o kadar çok hayal kırıklığına uğrarsın. Ama gene de insanoğlu istemekten vazgeçemiyor değil mi? Hayal kırıklığı yaşayacağını bile bile… Çoğu zaman istediğinin imkansızlığını bile bile devam ediyor kendi çapında umut etmeye belki bir gün olur diye…
  
 Elbette insandan insana da fark var. Kiminin her istediği oluyormuş gibi gözükür de bir türlü memnun olmaz, kimisi ise “azıcık aşım kaygısız başım” der geçinip gider… Ben hangi gruba giriyorum gerçekten bilmiyorum. (Ve burada yazı kişisel bir üsluba bürünür) Ancak ben de istediklerim ve sonuçta elde ettiklerime baktığım zaman şu yoruma varabiliyorum sadece “Bir arpa boyu yol katedememişim.” Bunun farkına vardıkça ruhum daha da çok sıkılıyor, hayat resmen çekilmez oluyor. Son zamanlarda bu konu üzerine çok düşünüyorum. Beni yakından tanıyan arkadaşlarım ne kadar uzun bir “istek listem” olduğunu da yakinen bilirler. Her insan kendisine göre az ya da çok birşeyler ister, birşeylerin hayalini kurar. Ama sanırım işi faaliyete dökmek hem yürek hem de çalışma azmi istiyor. Tabii ki bunlar da yeterli değil, çünkü hayat düz bir mantığa göre işlemiyor. İnsan bazen ne kadar uğraşırsa uğraşsın, hangi yola başvurursa vursun o istediğini elde edemiyor işte. “Kısmetten öte köy yok ki…” Kaderin varlığına inanan her insan, iş bu devreye geldiğinde kaderine razı olmak gerektiğini bilir. Bu bazen çok zor olabilir ama gene de insan acizdir, insanın elinden bir yere kadar gelir.

17 Eylül 2009 Perşembe

Her geçen gün daha fazla bağladı duygusala...

İnanılır gibi değil… Bu ara televizyonda, radyoda, internette hep geçmişten sevdiğim bayıldığım bittiğim şarkıları duyuyor ve yıllar öncesine ruhen ışınlanıyorum adeta… Farkındayım bu blog’u gitgide bir şarkı bloguna dönüştürmeye başlıyorum ama elden ne gelir, Hans Christian Andersen’in dediği gibi “sözcükler tükendiğinde müzik konuşur”. Devam edersek, bu yazıya ilham olan şarkımız da pek çoğumuzun bildiği “Bu Kalp Seni Unutur mu?”. Hepimizin az çok içinde bulunduğumuz , şimdi/ geçmişte ve belki de gelecekte bulunacağımız, hisleri özetleyen, tek kelimeyle “nefis” bir parça Fikret Kızılok’un bu şarkısı… TV’de duyunca uzun süredir dinlemediğimi  farkettiğim  bu şarkının bana hissettirdikleri, karşı cinse duyulan romantik bir aşktan ziyade, senelerdir ruhumu ve düşüncelerimi adeta esir almış bir amacın bir isteğin bir hayalin bıraktığı acılar, umutsuzluklar ve belki de beni ittiği yalnızlıklardı. Anlamasının zor olduğunu biliyorum, zaten ben de yeterince anlatamıyorum. Bir nevi kalp kırıklığı diyebileceğimiz bu duruma uygun şarkı da tam şu anda devreye giriyor işte…

Yıllar geçse de üstünden
Bu kalp seni unutur mu?

Kader gibi istemeden
Bu kalp seni unutur mu?

14 Eylül 2009 Pazartesi

Hayatı Hep Cuma Günü Tadında Yaşasak ...

Geçenlerde kafama göre müzik dinlerken The Cure’un Just Like the Heaven şarkısını dinlediğimde aklıma uzun süredir dinlemediğim ve her dinleyişimde beni tuhaf duygulara sürükleyen bir şarkısını hatırladım: “Friday, I’m in Love”! Gayet karmaşık bir bilgisayar geçmişim olduğundan uzun süreli bir şarkı arşivim ne yazık ki olamadı ama işte böyle yavaş yavaş beğendiğim şarkılar aklıma gelince kendimi tutamıyor çocuk gibi seviniyorum :) The Cure’un bu şarkısı için de tamamen geçerli işte bu… Ne zaman bu şarkıyı dinlesem tuhaf bir tatlı hüzün hissiyatına kapılıyorum (Bilmem ki kaç kişi bu “tatlı hüzün” duygusunu yaşıyordur?) Özellikle benim gibi “cumartesi akşamından pazartesi sendromuna kapılan” bir şahsiyet için şarkının basit sayılabilecek ama bir o kadar da cici olan sözleri inanılmaz derecede manidar :) Buyuralım bakalım:

28 Ağustos 2009 Cuma

Sevdiğiniz kişi ve sizi seven kişi asla ama asla aynı kişi olmaz. (C. Palahniuk)

AŞIRI  DUYGUSALLIĞIN BÜNYEYE BAŞLICA  ZARARLARI

     
  • Aşırı duygusal bir kişilikseniz asla sevginizin tam karşılığını alamadığınızı düşünürsünüz. Çünkü bütün duygularınızı içinizde o denli coşkuyla yaşarsınız ki karşı taraf sizin gibi aşırı duygusal bir kişiliğe sahip değilse her zaman tek taraflı seversiniz.
  • Sevdiğiniz de nefretiniz de çok ama çok yoğundur. Hiçbir şeyi asla “normal” düzeyde sevemezsiniz. Aşırı duygusal’ın sözlüğünde “orta düzey” e yer yoktur zaten.
  • Yok yere, olur olmaz insan ve nesnelerle aranızda duygusal bir bağ oluşturursunuz. Karşı tarafın bundan, ya sizinle gerçekten bir alakası olmadığından ya da cansız olduğundan, haberi yoktur elbette.
  • Hesapladığınızda hayatınızın yaklaşık ⅓ü gibi bir kısmını ağlayarak ya da ağlamaklı bir şekilde takılarak geçirdiğinizi fark edersiniz.
  • Her başarısızlık sizin için ayrı bir duygusal çöküntüdür; zira hedefinizle aranızda duygusal bir bağ oluşmuştur bile!
  • “Orta düzey duygu bağı” gibisinden bir durum söz konusu olamayacağından, “aşk-nefret” temalı ilişkiler yaşamınızın odak noktasını oluşturur.
  • Bir şarkıyı yüzlerce kez kesintisiz dinleme ve dinlerken boş durmayıp ağlama gibi çok “mühim” bir hobiye sahip olursunuz! 
  • İnsanlar sizin sadece sulu göz ve “narin” yapıda biri olduğunuza inanır yalnız siz sadece “duyarlı” olduğunuzu iddia eder durursunuz.
  • İzlediğiniz ya da okuduğunuz bir şeyi genellikle kendinizi tamamen vererek ve tabii ki belli başlı karakterlerle duygusal bağlar oluşturarak takip edersiniz. Bu yüzden de sinirinizin sık sık bozulması gayet olağandır.
  • Kendi sulu gözlülüğünüzden ve “duyarlılığınız”dan yakınırken aynı zamanda insanların ne kadar duygusuz ve umursamaz olduğundan dem vurursunuz.
  • Âşık olduğunuzda herkesten daha fazla delirirsiniz.
  • Âşık olduğunuz kişiden çok “aşk ve âşık olma” konseptinden hoşlanırsınız.
  • İnsanların haberi olmadan onlarla küser küser barışırsınız. En ufak bir hareketten dünyanın anlamını çıkarırsınız.
  • Yemeklerle aranızda her an bir duygusal bağ oluşturabilirsiniz.
  • Alıngansınızdır. Gerçekten.
  • Kalabalık içinde rahat edemezsiniz. (En azından film izlerken)
  • Doğa manzarasına, yağmura, PARİS’e, kalp şeklindeki ıvır zıvırlara, duygusal filmlere, utangaç tiplere ve karşılıksız aşklara dayanamazsınız.
  • Ömrünüzün önemli bir bölümünü hayal kurarak geçirirsiniz.
  • Yaranız deşildiğinde hüngür hüngür ağlarsınız ki sizde o yaralardan bol bol bulunur zaten.
  • Sürekli melankoliye bağlarsınız.
  • İnsanlara duygularınızı anlatmakta gerçekten zorlanırsınız çünkü normal duygusallıkta birinin anlamasının zor olduğu yoğun duygular içindesinizdir. Onları kelimelere dökmekte zorlanırsınız.
  • “Duygusal”a bağladığınızda çekilmez olursunuz! Onun dışında genelde iyi bir arkadaşsınızdır.
  • Genellikle kararsızsınızdır çünkü kararlarınıza her zaman duygularınız karışır!
  • Her şeyi “romantize” etmekte kimse elinize su dökemez.
  • Çevrenizdeki insanların da sizin gibi olduklarına inanma eğiliminde olduğunuzdan sık sık hayal kırıklığına uğrarsınız. Zaten sizin gibi hayalperest bir insana da bu yakışır.
  • Ayrıca çevrenizdekileri kırmamak için binbir takla atabildiğiniz gibi bir hareketinizle onları kolayca kırmak yeteneğine de sahipsinizdir. (Alınganlık demiştik, değil mi?)
  • En kötüsü de durumunuzdan çok şikayet etseniz de “aşırı duygusallığınız”la aranızda çoktan bir duygusal bağ oluşturmuş olmanızdır!
    Evet dostlar, bir arkadaşım(!)dan esinlenerek yazdığım bu yazıyı umuyorum ki beğenirsiniz. Elbette herkesin kendine göre bir duygusallığı ve içinde yaşadığı birtakım duyguları vardır; ama bazımız nedense böyle fazla duygusal olabiliyoruz. Yukarıdaki maddeler bir genellemenin değil, sadece ufak bir karakter analizinin ürünüdür.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Bir hikâyeyle başladı herşey


Haruki Murakami: On seeing the 100% perfect girl one beautiful April morning

Güzel bir nisan sabahı Tokyo’nun meşhur Harajuku semtinde %100 mükemmel kızın yanından geçtim.
Doğruyu söylemek gerekirse o kadar da güzel değildi. Hiçbir şekilde göze çarpmıyordu. Kıyafetlerinde de herhangi bir özellik yoktu. Saçları ise yataktan yeni kalkmış havası veriyordu. Genç de değildi üstelik- otuz yaşlarında olmalıydı,doğrusu ona “kız” bile denemezdi.Fakat işte 50 metre öteden biliyordum: O benim için %100 mükemmel kızdı. Onu gördüğüm an göğsüme bir çarpıntı ağzıma ise çölü andıran bir kuruluk geliverdi.
Hepinizin muhtemelen favori tipi vardır- ince bilekli kızlar, büyük gözler ya da göze çarpan tırnaklar. Ya da herhangi bir neden yokken her öğün için özel zaman harcayan kızlara kapılırsınız. Elbette benim de kendi tercihlerim var. Bazen kendimi bir restorantta burnunun şeklini sevdiğim için yan masadaki kıza bakarken bulurum.
Fakat hiç kimse %100 mükemmel kızın favori tiplerimle alakası olduğunu iddia edemezdi. Burunlarla ne kadar ilgiliysem, o kızın burnunun şeklini hatta bir burnu olup olmadığını bile o kadar hatırlayamıyorum. Kesin olarak hatırladığım tek şey onun öyle şahane bir güzellik falan olmadığı. Çok tuhaf.
“Dün sokakta %100 mükemmel kızın yanından geçtim” dedim birine.