30 Aralık 2011 Cuma

Sebebim oldun zalim, sonuma imza attın

yanlış bir köşeye koymuşlardı seni
oyununa geldin yaşamın
(Afşar Timuçin)
"Uzaklardaydım, oracıkta, öbür kıtada; keşke yalnız bunun için sevseydiniz beni" temalı, FOB'un kardeşi demek istediğim ama bir yandan da üvey evlat muamelesi uyguladığım sevgili bloğum Absürd Bir Seyyahın Trajikomik Seyahat Anıları'nda, kısaca ABSTSA -berbat bir kısaltma olduğundan hiç kullanmıyoruz efenim kendisini- konusu geçecek olan "Niyet neydi akıbet ne oldu?" konulu yazıma başlıyorum, yazı ortalara doğru "Felek kime şikayet edeyim seni" havalarına bürünürken, sonlara doğru ise "Kendim ettim kendim buldum, vay benim dertli başım" olayına sarabilir, şimdiden uyararım istedim.



Öncelikle, bu yazıyı biraz olsun anlamlandırabilmek adına 2011'den gün aldığımız o vakitlerde çiziktirdiğim şu yazıyı okumanızı şiddetle tavsiye etmekteyim: Güle Güle Dandirik 2010, Hoşgeldin Umut Fakirin Ekmeği 2011!  Korkunuza, endişenize hemen son vereyim; yok o hala sizi değil bir başkasını seviyor, sevdiğinize asla kavuşamayacaksınız, o ayrı bir konu da; "Sebebim Oldun Zalim 2011, Senden de Bir Hayır Geleceğe Benzemez Ya Du' Bakalım 2012" zımbırtısı, muhtemelen, bir önceki zımbırtı kadar çetrefilli bir yazı olmayacak. (söz veremiyorum da, işte.)

Efendim, Güle Güle Dandirik 2010, Hoşgeldin Umut Fakirin Ekmeği 2011!'de şöylesi beylik bir laf etmiş yazarınız, noktası virgülüne aktarıyorum: "2011 için en büyük hedefim, 2011 için hiçbir hedef koymama hedefi. Eğer bu hedefime başarıyla ulaşabilirsem, bilin ki 2011 o kadar da kötü bir sene olmamıştır. Hedef koymama eşit değildir hedefsizlik, hedef koymama eşittir ulaşılamayan hedeflerin olmaması, vicdan azabı ve hayal kırıklığı çarkına düşmeme. No pain, maybe gain." Peki sizce yazarınız bu işkembe-i kübradan salladığı sözüne sadık kalıp bu hedefini gerçekleştirebildi mi? ELBETTE HAYIR! Öyle bir şey olabilir mi? Hedef koymama da ne? Hayal kurmayarak hayal kırıklıklarından kaçınmak diye bir şey var mı? 2011 için "hayal kırıklıkları sarmış dört bir yanımı, aldığım her nefes hayaldir, hedeftir, erektir bana" desek yeri, hani o derece fecaat bir durum arkadaşlarım.


2010 hakkında edecek birkaç çift kelamım varmış ki etmişim ama 2011 yılı hakkında ne söylesem bilemedim. Hani güzel ama bir yandan kötü, böyle bomba, olaylı molaylı bir yıl ama bir o kadar da durgun gibi, hani açsa çok güzel olacak ama açayazan bir goncayken soluvermiş bir çiçek gibi 2011. (Of of of laflara gel anam babam!) Ya da hani böyle bir şeyi severek yemeye başlarsınız da sonunda tadı bayar, böyle mideniz bir tuhaf olur, yediğinize yiyeceğinize pişman olursunuz ama bir türlü de bırakamazsınız. İşte böylesi bir kekremsi tat bıraktı 2011 benim ruhumda. 2011 öylesi saçma sapan bir yıla dönüşüverdi ki birden, 2012 hakkında ne düşüneceğimi de bilemedim. Kısacası bir şeyler hissediyor gibiyim ama ne hissettiği de hiç bilemedim. (Kendinden haberi olmama durumu demiştik bir önceki yazıda, çaktınız mı?)


2011 benim açımdan değerlendirilmek için fazla acı, nefret edilmek içinse fazla mucizevi. Hani şimdi  "Yaaaa, 2011'de de hiçbir umduğumu bulamadım, gene boşa kürek çektim, bütün hayallerim yerle bir oldu, sevdiğimden ayrıldım, başıma gelmeyen kalmadı, ühühüühü!" diyerek ağlasam sızlasam, bana verilen nimetleriyle beraber bu yıla çok büyük bir haksızlık etmiş, nimetleri veren'e de çok büyük bir nankörlük etmiş olurum. Aslında 2011'de "fevkaladenin fevkinde mucizevi vukuatlar" denilebilecek binbir türlü olay meydana geldi. Hatta mesela ne bileyim şöyle Temmuz'da bitmiş olsaydı bu yıl, "Sevgili 2011 sen şimdiye kadar geçirdiğim en muhteşem yılsın! Adeta muhteşem yüzyıl gibisin!" diyebilecekken, Aralık denilen, severim de keratayı ama napayım (Rabbim sen affet), nalet ayda bittiğinden, "Sevgili 2011 sen nasıl saçma sapan bir yıl olup çıkabildin böyle acaba, gökten başıma düşen armut gibisin!" diyorum. Hatta ve hatta, kendimi şiirlere, şarkılara vurarak: "Ey 2011, sen benim için kırk yılda bir gibisin; öyle eksik, öyle hazin, öyle paramparça (Cemil Ersöz)" diye haykırmak istiyorum.




Çok da suyunu çıkarmadan, şunu da ekleyeyim: Benim için her sene zor geçen bir senedir arkadaşlar. Zordur zor olmasına ama her yılın sonunda bir araba dolusu ders çıkarmadan da duramam kendime. Bu sene kendime çıkardığım ders (aslında ben çıkarmadığım, sağolsun bir kafamı yarmadığı kaldı o dersin, o derece kabak gibi ortadaydı yani) ise şu oldu: Hayaller uzaktan daha güzel. İnanın bana öyle. Etmeyin niyet filan. Kısmetiniz ne ise onu yaşayacaksınız. Bizim de kaderimiz böylesi imiş demek ki.


Bu alakaya maydanoz, fazlaca sulandırılmış determinist tavırlardan sonra, kendimi yollara vurmanın zamanı gelmiştir diye düşünüyorum. Ben gerçeklerden kısmen kopmak pahasına, hayal kırıklıklarım ile vicdan azaplarımı bir kenara bırakarak, 2011'i sadece muhteşemliği ile hatırlamaya çalışacağım. "Islak sokaklar boyunca" bunu düşüneceğim. 2012 içinse tek bir laf bile etmiyorum. Hadi hayırlısı deyip geçelim.


Her şeyin en iyisini de bildiğimiz filan yok, hiçbir zaman olmadı, hiçbir zaman da olmayacak.


"Ah babacığım pek çok dualarımızda mutluluk sanarak felaketimize amin deriz de böyle oluruz." (Hüseyin Rahmi Gürpınar)

Felaketten uzak mutluluğa yakın bir 2012 duasıyla, her nerede yaşıyor da kıymetini henüz bilemiyorsanız, orada kalın, esen kalın.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Kalbimle aklımın arasındaki mesafeyi ölçmeye mezuralar yetmiyor

"Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma Çarşamba günleri"
Cemal Süreya


Bir insanın kendinden haberinin olmaması meğer ne menem bir duyguymuş! Ne yaptığının, ne hissettiğinin, ne düşündüğünün farkında olmaması, sürekli  “meğer” sözcüğüyle başlayıp “haberim yokmuş” ile biten cümleleri kurması meğer ne kadar acı bir durummuş. Tecrübelerin sonu gelmiyor.

“Meğer ne kadar açmışım da haberim yokmuş, yemek yiyince anladım.” “Meğer ne kadar tokmuşum da haberim yokmuş, yemekten kalkınca anladım.” “Meğer ne kadar yorgunmuşum da haberim yokmuş, yatağa girince anladım.” “Meğer  ne kadar yalnızmışım da haberim yokmuş, odama girince anladım.” “Meğer ne kadar özlemişim de haberim yokmuş, onu görünce anladım.” “Meğer  ne kadar sevmişim de haberim yokmuş, onu kaybedince anladım.” “Meğer ne kadar mutluymuşum da haberim yokmuş, aniden mutsuzlaşınca anladım.”  “Meğer ne kadar üzülmüşüm de haberim yokmuş, birisi dokunuverince anladım.” “Meğer ne kadar ümitlenmişim de haberim yokmuş, onun da hepsi gibi olduğunu anlayınca anladım.”

İnsanlar ile şehirler arasındaki benzer özelliklerden biri, ikisinin de kıymetinin onlardan ayrılmadan asla tam olarak bilinemiyor oluşu. İnsanoğlu tatlı dilden değil sopadan anlıyor. Bir diğer benzer özellik ise, hem yeni bir şehirde hem de yeni bir insanda her şeyin çok farklı olacağının düşünmeniz. Oysa ki, bütün şehirler bir yerden sonra aynı ve o çok farklı zannettiğimiz bütün insanlar bir yerden sonra herkesleşiyor.

İnsan neden her defasında ümitleniyor? Onlarca kez düştüğü o çukura bir kez daha düşeceğini bile bile neden sürekli bir şeylerin peşinde koşuyor? Gerçekten de insanoğlu tatlı dilden değil temiz bir dayaktan anlıyor. Ya da en azından benim canım sopa istiyor. Zira bir insanın kendini bu kadar kaybetmesi mümkün değildir zannederdim; ama meğer insan kaç yaşına gelirse gelsin,  kendini şaşırtabiliyormuş da haberim yokmuş.

Ne güzel  bir cümle kurmuş Emrah Serbes, “yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok .”diyerek. Benim de yaşadıklarımdan öğrendiğim hiç ama hiçbir şey yok. Bir şeyler  öğrenebilmiş olsaydım eğer, elimdekilerin kıymetini kaybettiğim anda anlamazdım. Ya da başka bir deyişle, bir nesne yahut kişi elimden çıktığı anda kıymet kazanmazdı. Ve her seferinde birilerinin başkalarından farklı olduğu martavalına inanmazdım, hepimiz herkes gibiyiz işte.

Bu da gol değil.


11 Kasım 2011 Cuma

Gittiğin yol yol değil

Müzik çalarımda öyle bir şarkı listem var ki, gece gece anlamsız düşünceler ağına takıldığınızda, mesela dün bana olduğu gibi, "biraz kafamı boşaltayım bari müzik dinleyerek, hem de rahatlatır müzik ruhun gıdası falan feşmekan" gibi oldukça makul bir sebeple kulaklıkları takıp yatağınıza girdiğinizde gelesi olan uykunuzu bile fersah fersah öteye kaçırır. İşte bu gece bana olan da tam olarak bu. Neden bilmiyorum, garip ve gereksiz sayısız fikriyat birden "bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!" diyerek beynimi istila etti. Bendeniz ise yukarıdaki makul gerekçe ile müzik çalarıma sarılayım dedim ama sarılma o sarılma, siz deyin 2 ben diyeyim 5 hakim desin 10 saattir meyhane şarkıları dinliyorum.

" Meyhane şarkıları mı? O de ne la? Yenir mi? Senin meyhanede ne işin var? Sana da benim gibi içtiren mi var?" gibi oldukça mantıklı soruları bir kenara bırakmayalım elbette, cevaplayalım. Meyhane şarkıları, adından da anlaşılabileceği üzere meyhane adı verilen, Farsçadaki mey (içki) ve hane (ev) sözcüklerinin bir araya getirilmesi ile oluşmuş, anlam olarak ise "içki içilen yer" olarak belirtebileceğimiz mekanlarda çalan, genellikle duygusal parçalardır. Yalnız yanlış düşünülen bir şey varsa, meyhane şarkıları arabesk olarak tabir edilen, ne bileyim bir Orhan Baba, Ferdi Abi, İmparator İbo filan şarkıları değildir. (Ki arabesk sevdamız da ayrıdır, tartışılmaz.) Meyhane şarkıları genel anlamda TSM (Türk Sanat Musikisi) parçalarından oluşur. Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Mustafa Oruç, Hüdai Aksu gibi isimler meyhanelerin vazgeçilmez sanatçılarıdır. 




Benim meyhane şarkıları ile ne işim olduğuna gelince, elbette meyhaneye gidiyor değilim. Ama meyhane temalı şarkılara, misal olarak "At Kadehi Elinden", "Sigaramda Duman", "Bu Akşam Bütün Meyhanelerini Dolaştım İstanbul'un", "Sarhoş Olamıyorum", "Kadehinde Zehir Olsam" verilebilir, kesinlikle zaafım var. İçki içmeyi ya da sarhoş olmayı tasvip etmesem de, meyhane şarkıları dinleyip de efkarlandığım çoktur. He bir de içki içen bir insan olsam halim nice olurdu tasavvur edemiyorum. Şu da var ki, bütün meyhane şarkıları içki, meyhane, sarhoşluk, ayyaşlık, berduşluk temalı olacak diye bir kaide de yok. Hatta bir çoğu, çoğumuzun, ya da en azından TSM ile bir şekilde alakalı olanlarımızın, severek dinlediği, söylediği şarkılar. Örneğin, "İnleyen Nağmeler", "Telgrafın Telleri", "Kadifeden Kesesi", "Leyla Özge Bir Candır", "Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim", "Bir Dalda İki Kiraz", "Yangın Olur Biz Yangına Gideriz" vb. şarkılarda herhangi bir meyhane teması yoktur. Ama gene de meyhanelerde çalınan şarkılardır. 


"Nereden sardın sen bu meyhane şarkılarına kızım? Yaşın kaç başın kaç? Aşık mısın? Mecnun'a mı bağladın? Sana da benim gibi çektiren mi var?" gibi oldukça acıklı soruları da unutmayalım, güzel güzel cevaplayalım. Meyhane şarkılarına, şimdi yıl olarak söylemeyeyim de yaşım çıkmasın, lise 2'de iken nasıl olduğunu tam olarak anımsayamadığım bir şekilde, doğuştan gelen melankolik mizacıma cuk diye oturan TSM'e sarıverdim. Bir yandan yeni başlayan arabesk sevdam, bir yandan da yeni keşfettiğim eski musiki, bende zengin bir "damar şarkı" dağarcığı oluşturdu. Şu gün şu sitedeki şarkıların %85'ini biliyorsam, bu mevzuu ta o zamandan kalma bir mevzudur ey dostlar. 

Aşık olup olmadığıma, bana bir çektiren olup olmadığı gibi merakla ve ısrarla tekrarlanan sorulara gelirsek, haydin şöyle bir cevap verelim: "Ben gamlı hazan sense bahar, dinle de vazgeç; sen kendine kendin gibi taze bahar seç"" ile "Sevme dediler sevdim, kül oldum yana yana." Artık kim ne anlarsa.

Son olarak da böyle bir TOP 10 tadında bir şarkı listesi hazırlayalım, efkarlanalım.

Yok yahu, ben efkarlanayım, zaten efkarlıyım, siz efkarlanmasanız da olur.


1. Bir İhtimal Daha Var (Altın Vuruş: Sükut etme nazlı yar, beni mecnun edersin.)
2. Böyle Bir Kara Sevda (Altın Vuruş: Ne çıkar bahtımıza ayrılık varsa yarın.)
3. Benzemez Kimse Sana (Altın Vuruş: Lütfuna ermek için söyle perişan olayım.)
4. Bu Akşam Bütün Meyhanelerini (Altın Vuruş: Seni aradım kadehlerdeki dudak izlerinde.)
5. Şimdi Uzaklardasın (Altın Vuruş: Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal oldu.)
6. Unuturum Diye Yorma Kendini (Altın Vuruş: Bu kadar yürekten sevmişken seni, öyle kolay değil unutamazsın.)
7. Kimseye Etmem Şikayet (Altın Vuruş: Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime.)
8. Beklenen Şarkı (Altın Vuruş: Şarkının tümü! Çok Sert Vuruş: Sana gelen yollarda, daima beni bekle.)
9. Ah Bu Şarkıların Gözü Olsun (Altın Vuruş: Güzelsen güzelsin yok mu benzerin?)
10. Ada Sahillerinde Bekliyorum (Altın Vuruş: Bana mesken olunca topraklar, beni yad et güzelim başın için.)

14 Eylül 2011 Çarşamba

Söyle kim engelleyebilir buluşmamızı?

Pekala, 3.düzenlemeden sonra kararımı verdim ki; bu başlığa yazılmaya değer bir şeyler bulmadıkça, bu yazıyı boş bırakacağım. Bazı düşünceler ve duygular vardır ki sözle anlatılması mümkün değildir. Velev ki sözle anlatılması mümkün olsun, kesinlikle anlatasınız gelmez. İşte öyle bir şey.

28 Ağustos 2011 Pazar

Hatıralarda sakla beni kimse bulamasın

Ayda bir yazma alışkanlığını edinmemin suçunu içinde bulunduğum üşengeçlik çıkmazında arayın. Yazmayı tasarladığım derin (kime göre neye göre?) mevzular ile yazılması gereken, yahut bendenizin yazılması gerektiğini düşündüğü konuları da bloğun misyonuna sığınarak bir kenarda bekletebilirim sanırım: “'Keyfe Keder Okunmayası Blog' ile başlayan kısmen ciddi ve istikrarlı blog geçmişinden sonra, Fazla Orijinal Blog, nam-ı diğer FOB, yazarının daha fazla içinde tutamadığı duygucuk ve düşünceciklerini ifade edebildiği yegâne yer olarak bir sığınak görevi görmektedir.”

Üç şairin sevdiği kadın hikayesini bilirsiniz. Hayır yanlış biliyorsunuz, üç şairin bir kadını sevme hikayesini bilmelisiniz. Bu üç şairin sevdiği kadın ne tür bir kadındır, üç şair bu kadında ne bulmuştur, kadının kalbi esasen kimdedir gibi sorular merak edilesi. Ancak, benim bir dişi olmama rağmen üç şairin sevdiği bir kadın olmak istemediğimi de bilmeniz gerekir. Sevilen taraf olmaktansa, seven taraf olmak daha güzeldir çünkü.[1]
Bana dişiliğimi sorgulatası bu hanımı geçip de üç şaire gelirsek, bu hikayeyi öğrendiğim vakit bu şairlerden hangisi olabilirdim diye düşünmezlik de edemedim haliyle. Seven taraf olarak,  sevdiği kadına ulaşan şair olamayacağım kesin. Zaten “Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat” demek de hiç bana göre değil. Sevdiğini kaybetmiş şair de değilim ama, “Ay ışığında oturuyorduk, bileğinden öptüm seni” de diyemem. Sevdiğine asla kavuşamamış, kim bilir belki de uzaktan, bir başka biçimde sevmiş şair olmalıyım o halde, “Seni görünce  dünyayı dolaşıyor insan sanki, hani Etiler’den Hisar’a insek bile” diyen. Ben de inebilirim Etiler'den Hisar'a dünyayı dolaşırcasına sanki?

Üç şairin bir kadını sevmesi hikayesi, edebiyatçıların (şair olsun yazar olsun) ayrıksı ve zaman zaman değil her zaman vuku bulan hastalıklı -demek doğru olur mu?- mizaçlarının da bir örneği olarak gösterilebilir. Bu durum, seven taraf olmanın yanı sıra, şair ya da yazar olmanın nasıl bir şey olacağını düşündürdü. Mesela bir yazar olsam nasıl bir hayatım olurdu? Kendimi yazar olarak düşlemek hoşuma gidiyor. Yazar olabilirliği olan bir şahıs olup olmadığımı sorgulamaksa mevzuumuz dışında. O halde, kendimi en azından bu yazı içinde yazar olarak düşlemeye devam edeyim; zira “bir insanın kendini en iyi hissettiği zamanlar, kendini başka biriymiş gibi hissettiği zamanlardır.” (Murathan Mungan)


Bir yazar olarak hayatım, akşam 11’de başlar sabah 7’ye kadar sürerdi. Yazana kadar karın ağrıları içinde kıvranırdım. Daktilom olurdu kesinlikle, sabaha kadar tak.. tak.. Bilgisayarda da yazardım tabii, ama daktilo ilhamın gerçekten geldiğine inandığım anlarda vazgeçilmezim olurdu. 2 oda, 1 salon bir evim olurdu; 1 oda kitaplarıma ayrılırdı, ama öyle böyle değil yüzlerce eski yeni kitaplar, defterler… Sahaflarda dolap beygiri gibi dönerek alınmış kitaplar, sözlükler, gazetelerden kesilmiş çeşitli haberler ve dergiler de kütüphane odamın olmazsa olmazları olurdu. Ne düzgün, ne dağınık diyebileceğimiz bir oda olurdu bu. Yatak odama pek uğramazdım, pek de uyumazdım zaten. Salonumda yaşardım, balkonum olurdu, balkona bakan bir tarafta da çalışma masam. Üstü elbette çok karışık olurdu. Kül tablası ve kupa eksik olmazdı, 7/24 çay demlenirdi evimde muhakkak. Ya yalnız yaşıyor olurdum, ya da kedim olurdu. Kediye bakamazsam balıklarım olurdu. Balkonda oturmayı çok severdim. Masamın üzerinde lamba da olurdu, bir de fotoğraf. Belki ailemin fotoğrafı. Plak çalarım ya da gramofonum da olsa ne güzel olurdu. Enteresan çalışma saatlerimden arta bulduğum zamanlarda dışarı çıkardım. Ufak ama şirin bir mahallede oturuyor olurdum. Mahalleli beni tanırdı, selamlaşırdık. Sonra belki haftada bir sevdiğim üç beş dostumla buluşurdum. Sinema veya tiyatroya giderdim muhtemelen yalnız.  Hafif melankolik bir insan olurdum ama severdim de öyle yaşamayı; unutamadığım bir aşkım olurdu, birkaç insan bilirdi sadece, aramızda da lafı geçmezdi zaten bu durumun. Ama saygı duyulası bir aşk olurdu bu, o uzaklarda olurdu ama bir iki kez daha karşıma çıkmış olurdu, merhabalaşırdık belki. Ya da oturup çay içerdik. Yazdığım şiirlerde o olurdu; ama çok da şiir yazmazdım zaten. Daha çok romanım üzerinde çalışırdım, çok uğraşırdım, mahvederdi beni, uykusuz bırakırdı. Ama sonunda çok güzel bir roman olurdu, naif, sade bir dili olur ama az sözle çok duygu paylaşırdı bizimle. Tatlı bir hüzün olurdu kesin içinde. Bir kadını seven üç şair romanım için biçilmiş bir kaftan olabilirdi; fakat gene de daha uysal bir konu seçerdim ben romanım için. Hikaye de yazardım, hatta hikaye yazmayı çok severdim. Ama hikayelerimi pek sevmezdim. Ya da öyle derdim, romanımı çok sevsem de hikayelerim vazgeçilmezim olurdu.


Mesele işte bundan ibaret. Ben kendi romanını okuyan yazar Yaşam Pınarım’ı düşünedurayım, siz de üç şairden bir tanesinin bir şiirinin müziğe dökülüşünün tadını çıkarın. “Çık gel bir kez daha, beni bozguna uğrat.” diyen saygı duyulası aşıklara da gelsin mi bu şarkı? Gelsin, gelsin.


Konuyla alakalı olarak, “Fuzuli’ye sormuşlar” diye başlayan ve ona isnat edilen bir kıssa mı diyelim, özlü söz mü diyelim, şiir mi diyelim her neyse işte bir mesele vardır. Konu bütünlüğünü bozmaması açısından (konu bütünlüğü diye bir şey mi kaldı ALLAHINI SEVERSEN?!?!) o durumu bir dipnot olarak vermeyi uygun gördüm: Fuzuli’ye sormuşlar: “Sevmek mi daha güzeldir, sevilmek mi?” diye. O da “sevmek” demiş, “çünkü sevildiğinden hiçbir zaman emin olamazsın.” Valla bu latifenin her yerde dönüp durması, hatta saf aşık gençlik tarafından da oldukça benimsenmiş olması bence içeriğin doğruluğuna zarar vermez; lakin bu lakırdı gerçekten Fuzuli’ye mi aittir, orasını da ben bilemeyeceğim.

24 Temmuz 2011 Pazar

Temmuz bitmeden bir hikaye daha yayınlamalı idi


10/07/2011
Yıllardır düşündüğüm andığım bir sevgi bu
Hiç sorma kalsın bu düğüm coşsun uçuşsun gönülde bu duygu
Kimse sevgimi bilmez
En gizli duygum o
Kimse bilmez
(Seyyan Hanım-Sanki Köpüren Su Gibi)
~KİM İSTERSE O~

          Sabah uyanır uyanmaz, o gün muhayyel zevcimle nereye gideceğimizi düşünürüm. Onunla zaman geçirmekten çok hoşlanırım. O da benimle zaman geçirmekten çok hoşlanır. Beraber mağazalara ev eşyası bakmaya gideriz. İkimiz de alışverişi sevmediğimizden, bir şey almadan döneriz. Sonra kitapçılara gideriz. Muhayyel zevcim de, ben de kitapları çok severiz. Kitapçıda saatlerce geziniriz. Kimse ne yaptığımızı anlamaz. Kitaplarda bir şeyler ararız. Romanların bölümlerinde, hikayelerin satırlarında, şiirlerin dizelerinde, şarkıların notalarında, kitapların kapaklarında, gazetelerin başlıklarında hep birilerini ararız. Arada başka şeyler buluruz, ama, sonunda birbirimizi buluruz. Seviniriz. Alışverişi sevmeyiz, ama bazen kitapçıdan bir kitap alırım. Sonra en sevdiğim yere götürürüm muhayyel zevcimi. Orayı o da sever. Bana asla karşı çıkmaz.  Birlikte orada oturur, aldığım kitabı beraber okuruz. Ben kahve söylerim, ikimiz yerine içerim. O da kahve sever, ama içmez. Benim kahve içişimi izler. Benimle beraber Özdemir Asaf şiirleri okur sonra. Özdemir Asaf benim en sevdiğim şairdir. Muhayyel zevcim de Özdemir Asaf’ı sever. Başka şairleri de sever ama gene de benimle Asaf dizelerini mırıldanır. En çok “Bağlı” yı sever o; ama beraber “Tentation”ı söyleriz. Benim “Nasıl” ı söylememe çok sinirlenir; “Havalarda yakalar da tilcikleri ben” deyince bana çok kızar. Gene de sesini çıkarmaz. Ben yağmurlu havalarda dolaşmak isterken, gece yarısı uyuyamazken, sevdiğim insanları özlerken bile sesini çıkarmaz, benimle gelir, benimle uyumaz, benimle özler.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Zaman böyle de geçer

 

          sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
o bir başkası yok mu bir yanındakine veriyor
derken karanfil elden ele 
♥ (Edip Cansever)


Resim ya da şiirin yazının konusu ile alakalı olduğunu düşünüyorsanız, tebrikler-o halde- varsınız.

İnternetten uzak olduğum zaman bloğumu deli gibi özlüyorum. Hele ki sıkışık zamanlarımdaysam deli gibi yazı yazasım geliyor. Bazen düşünüyorum (evet çok sık düşünmem zaman zaman düşünüyor gibi oluyorum, peki ben var mıyım?) da acaba diyorum şu sevgili bloğumu aklıma gelen keyfe keder, gerekli gereksiz, abuk subuk, abesle iştigal eden meselelerle mi doldursam? Sık sık bu konuyu işlediğimin farkındayım sevgili okurlar da, -"ne güzel dediniz onu, saplantılıyım ben!"- şu FOB'a kıyamıyorum ne yapayım? O yüzden sürekli bu konuyu gündeme getiriyorum. İstiyorum ki FOB çok cici bir blog olsun. Hem yazarının amacına hizmet etsin (bknz: Blog başlığının altındaki kısa yazı) hem de çok geniş bir okura hitap etsin (biz buna klişe diyoruz). Ama gene bir bakıyorum dönüp dolaşıp aynı yere gelmişim. Peh.

Mesela ben bugün (aslında dün; belki ileride önemli bir gün olur diye tarih de atmamazlık etmeyelim; 5 Temmuz 2011) bir çılgınlık yapmaya niyetlenmiştim. Daha doğru bir deyişle, ben bugün bir çılgınlık yapmaktan korkuyordum fakat korktuğum başıma gelmedi. Sonra da dedim ki "demek ki korktuğum kadar çılgın değilmişim. Vay anasını!"  Buraya kadar olan kısmı zaten cıvıltı'da paylaşmıştım. Paylaşmadığım şey ise şu: Ben bu çılgınlığı yapmayı hakikaten bekliyordum. Yani, korktuğum kadar değil zannettiğim, hatta umduğum kadar çılgın değilmişim. Bu da bende doğal olarak ufaktan bir sinir-stres meydana getirdi. Hem içimden hem dışımdan haykırdım: "ZALİM DÜNYA ASLANI KEDİYE BOĞDURDUN!!" Yok içimden haykırdım da, dışımdan daha çok mırıldandım. Ama olsun önemli olan mesaj, volüm pek de önemli değil. Mırıldanıyorum öyleyse yokum. Ya da tokum.

Çılgın olmak iyi midir, kötü müdür bu başka bir yazıyı ilgilendirir fakat şu da bir gerçek ki, 20 küsür yıldır hala kendime çok şaşırıyorum. Ne işler karıştırıyorum, bilmem ki?

Şimdi söyleyin bakalım, yazı ile şiirin arasında bir alaka kurabildiniz mi? Resim mühim değil, o nereye koysan şık durur.

12 Haziran 2011 Pazar

Seni düşünüyorumsa kendimi tutamam

Bugünkü yazının ne günün anlam ve önemi ile, ne de benim açıklanan notlarımın sevimsizliği ile hiçbir alakası olmaması bence oldukça güzel bir şey. Belki de yazılmış en iç burkan kitap olan Küçük Prens'in, en iç burkan bölümünü paylaşacağım sadece. Üstüne bir kaç kelime etmek şu anda bana o kadar gereksiz geliyor ki... Sadece okuyun, okuyun ve düşünün; evcilleştirdiklerinizi ve sizi evcilleştirenleri. Sıradan bir insanın sizin için özel bir hale gelmesini. Üzüleceğinizi bile bile evcilleştirilmeyi kabul etmenizi. Ve kalbimizle görebildiğimizde her şeyin ne kadar güzel olduğunu.


KÜÇÜK PRENS BÖLÜM XXI


İşte o sırada bir tilki çıkıverdi ortaya.
“Günaydın” dedi tilki.
“Günaydın” dedi Küçük Prens kibarca. Ama etrafına baktığında kimseyi göremedi.
“Buradayım! Elma ağacının altında.”
“Sen kimsin? Çok güzel görünüyorsun.”
“Ben bir tilkiyim.”
“Gel, birlikte oynayalım. Öyle mutsuzum ki…” dedi Küçük Prens.
“Seninle oynayamam” dedi tilki, “ ben evcil bir hayvan değilim.”
“Buna çok üzüldüm” dedi Küçük Prens. Ama biraz düşündükten sonra: ”Evcil ne demek?” diye sordu.
“Anladığım kadarıyla burada yaşamıyorsun” dedi tilki, “kimi arıyorsun?”
“İnsanları arıyorum,” dedi Küçük Prens. “ Peki ama ‘evcil’ ne demek?”
“İnsanlar,” dedi tilki, “tüfeklerle dolaşırlar ve avlanırlar. Tam bir baş belasıdırlar. Bir de tavuk yetiştirirler. Tüm işleri bundan ibarettir. Sen de mi tavuk arıyorsun?”
“Hayır, ben arkadaş arıyorum. Ama ‘evcil’ ne demek?”
“Bu pek sık unutulan bir şeydir. ‘Bağ kurmak’ anlamına gelir.”
“Bağ kurmak mı?”


“Evet. Örneğin, sen benim için sadece küçük bir çocuksun. Diğer küçük çocuklardan hiçbir farkın yok benim için. Sana ihtiyacım da yok. Aynı şekilde, ben de senin için dünyadaki yüz binlerce tilkiden biriyim sadece. Bana ihtiyaç duymuyorsun. Ama beni evcilleştirirsen eğer, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için.
“Anlamaya başlıyorum” dedi Küçük Prens. “Bir çiçek var. Sanırım o beni evcilleştirdi.”
“Olabilir. Dünyada her şey mümkündür.” dedi tilki.
“Ama bu çiçek dünyada değil.”
Tilki şaşırmıştı. “Başka bir gezegende mi?”
“Evet.”
“Peki orada avcılar da var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu çok ilginç. Peki ya tavuklar?”
“Hayır. Tavuklar da yok.”
“Eh, hiçbir yer mükemmel değildir” dedi tilki içini çekerek. Sonra kendini anlatmaya başladı:
“Yaşamım çok monotondur. Ben tavukları avlarım, avcılar da beni. Bütün tavuklar birbirine benzer. Bütün insanlar da öyle. Bu yüzden biraz sıkılıyorum. Ama beni evcilleştirirsen eğer, yaşamıma bir güneş doğmuş olacak. Senin ayak seslerin benim için diğerlerinden farklı olacak. Ayak sesi duyduğum zaman hemen saklanırım. Ama seninkiler, bir müzik sesi gibi beni gizlendiğim yerden çıkaracaklar. Şu ekin tarlalarını görüyor musun? Ben ekmek yemem. Buğday benim hiçbir işime yaramaz. Bu yüzden de bu tarlalar bana hiçbir şey hatırlatmazlar. Buna üzülüyorum. Ama sen beni evcilleştirseydin, bu harika olurdu. Altın renkli saçların var senin. Ben de altın renkli başakları görünce seni hatırlardım. Ve rüzgarda çıkardıkları sesi severdim.”
Sustu tilki ve uzun bir süre Küçük Prensi izledi.
“Senden rica ediyorum. Lütfen beni evcilleştir!” dedi.
“Elbette” dedi Küçük Prens. “Ama pek fazla vaktim yok. Yeni arkadaşlar edinmem ve birçok şeyi anlayabilmem gerekiyor.”
“Sadece evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin” dedi tilki. “İnsanlarınsa hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yoktur. Her şeyi dükkandan hazır alırlar. Ve arkadaşlar dükkanlarda satılmadığı için de, hiç arkadaşları olmaz. Eğer bir arkadaşın olsun istiyorsan, evcilleştir beni!”
“Ne yapmam gerekiyor peki?” diye sordu küçük prens.
“Çok sabırlı olman gerekiyor. Önce çimenlerin üstüne, biraz uzağıma oturmalısın. Ben gözümün ucuyla seni izleyeceğim, sen hiçbir şey söylemeyeceksin. Sözcükler yanlış anlamalara neden olurlar. Ama her gün, biraz daha yakına gelebilirsin.”

15 Mayıs 2011 Pazar

Çok güzel şey doğrusu




Şu yazıyı aslında kaç ay önce yazmam gerekirdi, Allah bilir. Ne yazık ki, aklına gelen güzel ya da anlamlı konuları yazıya dökme konusunda çok büyük sorunlar yaşayan bir kulum. Önce fikir “BAM!” diye kafamda bir şimşek çaktı; sonrasında bir dizide “Hayallerim ne vakit gerçek olacak acep?” mealinde bir şarkı işittim. Bu yetmedi tabii, nihayet gerçekten izlemeye değdiğini düşündüğüm on numara bir dizide bomba olaylar oldu. (Evet benim herhangi bir sosyal hayatım yok; zira hayatımı diziler şekillendiriyor, sabah kalkıyorum dizi, akşam yatıyorum dizi, yok l*n öyle bir şey, attırmayın tepemi!) Neyse ne diyorduk, ha aynı günün akşamı, TV’de Gündoğarken’in belki de en güzel şarkısı olan “Hayallerimi Bırak Umutlar Senin Olsun” u dinledim. Bir süre sonra gazetede, “Ah bu sabah yine en olmayacak hayallerle uyandım..” başlıklı bir blog yazısı okudum. (evet bu yazıyı gazetede okudum.) Yetmedi, çeşit çeşit bloglarda birbirlerini etiketleyen hayalperestlerin ipe sapa gelir hayallerini okudum. Ama beni ilk fişekleyen durum, muhtemelen şu günden 2 ay önce vuk’u bulan bazı olayların sonucunda gerçekleşen bir takım olaylar silsilesinin meydana getirdiği tarif edilemez hayal kırıklıkları idi. Şimdi şu gereğinden fazla uzayan paragraftan yazının konusu tahmin ediniz.

a)     Yeni edindiğim ekstra yakışıklı, ultra karizmatik, hiper gizemli, süper esprili sevgilim
b)     Bu gece gittiğim ve acayip koptuğumuz festival-karnaval-tımarhane karışımı şey (ney?)
c)      Gerçekleşmeyen ve de gerçekleşmesi teklif dahi edilemeyen düşler/hayaller/arzular/hevesler/küçük sırlar
d)     Çay ile püskevit

Açıkçası, çoğunuzun içten bir şekilde “A!” dediğinizi bilmeme rağmen, oldukça üzülerek söylüyorum ki; yazımızın konusu A! değil C. de değil hele B, hiç değil. O halde D? de değil. Evet aslında, 2 ay önce yazılması lazım gelen yazının konusu C. olacaktı, fakat son 2 ayda köprünün altından çok sular aktı. Ve hayallerimin hiç de azımsanamayacak bir kısmı gerçek oldu. (Ve burada, kendini orijinal sanan sıradan yazarın melankolinin ve karamsarlığın dibine vurarak her zamanki gibi insanı illet edici bir cümle kurmasını bekleyen okur ters köşeye yattı! Ah ne kadar mes’udum bir bilseniz.) O nedenle de, yazının konusu genel anlamda “hayaller” özel anlamda ise “Valla yeter artık ul*n, yazmazsam kafayı yiyecem.”

(Şu anda konuya girip de bu yazıyı yazmaya başarabilecek miyim, gerçekten şüphe ediyorum.)

Hayaller insanın kurtarıcısı olduğu gibi, insanı mahveden önemli unsurlar da olabilirler. Size yaşam enerjisi verebildikleri gibi, bütün yaşam enerjinizi de vantuzlayabilirler. Bu nedenle belki de hayal kurma işini abartmamak gerekir; ancak bu iş her bünye için söylendiği kolaylıkta gerçekleşmiyor. Örneğin, bendeniz her seferinde hayal kurmayayım, sonu hep acı hep hüsran diyor, fakat boş bulunduğum her anda (el-meal hayatımın 3/4ünde)  kendimi hayal kuruyor buluyorum efendim. Çare bulamıyoruz bu duruma.  Mesela daha geçenlerde, 98 adı verilen sözüm ona Bakırköy-Başakşehir otobüsü olan; ama aslında yegane amacı insanları çıldırtıp katil olmalarını sağlamak olan (ki neden böyle bir amaç güttüklerini de anlamış değilim) o ömür törpüsündeyken kendimi tatlı tatlı hayal kurarken yakaladım. O hayal öylesine ipe sapa gelmez bir hayaldi ki, “Kız” dedim “sen ne eksantrik bir insansın, seninle yaşanmaz ha, nereden geliyor bunlar aklına azizim” diye kendimi şakayla karışık payladım. Evet ben zaman zaman diyaloğa girerim kendimle böyle, eğleniriz filan. Neyse meselemiz bu değildi. Ben öyle Leyla Leyla hayallere dalıp gitmişken, hayallerimin ne kadar uzaklarda olup da benim onları gerçekleştirmekten ne kadar aciz olduğumu DÜŞÜNMEDİM, bıraktım kendimi hayallerimin eline, o güzel yağmurlu havada (evet yağmurlu havalar en güzel havalardır) tatlı tatlı düş kurmaya. Benden uzak olsun olmasın, o hayallerle kendimi avutmaya devam ettim. Mesela ben aslında çok uzaklarda, sık sık yağmurun yağdığı, saatin +2 den saatlerce geride olduğu bir şehirde imişim, mesela çok sevdiğim insanlardan aslında hiç ayrılmamışım, mesela sonunda çok istediğim o şeyi elde edebilmişim, mesela gerçekten de entelektüel ve başarılı bir insan olmuşum ama bunu hak etmişim de, çünkü çok çalışmışım, o da beni sevmiş mesela, ben de onu gerçekten sevmişim mesela, güzel araba kullanır olmuşum mesela, yüzlerce arkadaşım ve özenilecek bir sosyal hayatım olmuş ama iyi ve orijinal bir insan olmayı da hiç bırakmamışım mesela. İnsan doğası ile bir problemim kalmamış mesela, elde etmeyi çok istediğim şeyleri elde ettiğimde hevesim kaçmamış. Artık yalnız ve umutsuz değilmişim mesela, hem kendi hayatım hem de dünya hayatı çok çok çok çok daha iyiye gidiyormuş. Mesela.

2 ay önce uğradığım dumur sanırım aklımı başıma getiren asıl mesele oldu. Konuyu dallandırıp budaklandırmamak için (sanki hiç dallanmamış gibi!) mevzua girmeyeceğim; ama yeni edindiğim “rahat ol, üzerine düşünme, yokmuş gibi davran, unut gitsin” düsturunun çok işe yaradığını kesinlikle söyleyebilirim. “Bunlar çözülemeyecek sorunlar değil” sözünü sadece dile getirmekle kalmayıp hayatımda uygulamama da çok yardımcı olan çok kıymetli bir dostuma da buradan selam ederim. (ki o kendini biliyor.) “Olmuyorsa zorlama, ya hayallerin kırılır ya kalbin. Unutmuş gibi yap; çünkü güzel şeyler onları beklemediğin anda gerçekleşir.” cümlesini panoma astığımdan beri güzel şeylerin gerçekten de onları beklemediğim anda gerçekleşmesi, tek kelime ile Allah’ın mucizesi. İnsanlık için küçük ama benim için büyük, ama önemli ama önemsiz, belki gerekli belki gereksiz bütün o hayallerimi gerçekleştirdiği için O’na ne kadar şükretsem az.

Pek belli etmiyorum ama ben şu aralar pek mutluyum FOB. Fizy’de bile “mood”u “mutlu” olarak ayarlıyorum, o derece.
“İyi günler bekliyorsan hele
İyi günlere inanıyorsan
Üstelik de hava güzelse
Yaşamak güzel şey
Çok güzel şey doğrusu”
Kesinlikle.

12 Mart 2011 Cumartesi

Sanki 17 yaşıma geri döndüm! Ya da o bana döndü?

M. ve S., artık benim için bittiniz *****! Size verdiğim değerin ‰1’ini bile bana vermediğinizi bilseydim, ah bilseydim! =(cıvıltı’da üç kere yollamaya çalışıp da, bir türlü başarılı olamadığım “damar” cıvıltı.)

 Dünya üzerinde yaşanan “duygusal” sıkıntıların çoğu, üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bunlardan en sık yaşanan iki tanesi, benim naçizane gözlemlerime göre elbette, iletişim problemi ve bir tarafın duygusal durumunun öbüründen fazla/eksik olması meselesidir. (“Amanın ne dedi bu tipi tip gene yahu?!” diye soran olursa kesinlikle kınamayacağım.) İletişim problemleri hepinizin malumu, dünyada şiddetli geçimsizlik nedeniyle evliliğini sonlandıran binlerce çift bulunuyor. Bense ne evliyim, ne dulum, ne iletişim uzmanıyım ne de ilişki gurusuyum. O nedenle her iki insandan ikisinin yaşadığı bu problemi şimdilik bir kenara bırakarak, 3 kez twitter’a yazmaya çalışıp da başarısız olduğum, yukarıdaki başlığın da doğrudan ilgili olduğu “bir tarafın duygusal durumunun öbüründen fazla/eksik olması meselesi”ne geleceğim. Özellikle “gönül meselelerinde” oldukça büyük bir sorun olan bu mesele hakkında söylenmiş sayısız şarkı, şiir ve özlü söz var. Örneğin: “Sevdim sevilmedim, seveni sevemedim, canımdan böyle bezdim amaaan” şarkısını hepiniz bilirsiniz (bilmiyorsanız……..

Pekala. Harbiden konuşasım gelmediğine göre uzatmanın da bir anlamı yok.

Sizin değer verdiğiniz insanların size neden değer vermediklerini düşünüp üzülmeye devam ederseniz, tam da yapmamanız gereken şeyi yapıyorsunuz: KARŞI TARAF SİZİ İPLEMİYORSA, UNUTUN GİTSİN!!!! Sen gel elin insanını o kadar savun, onun için üzül, onunla iletişime geçmeye çalış, ona karşı “samimi” duygular besle falan filan sonra da o seni “hatırlamayıversin, görmeyiversin, sevmeyiversin”! Yok ya? Ben de kalbimi sokakta bulmuştum değil mi? Duygularımı harcayıp, onurumla oyuncak gibi oynayıp, umutlarımın içine limon suyu sıkıp bütün samimiyetimi ayaklar altına paspas yapmak kolaydı değil mi? HİÇ DE BİLE! O kadar da uzun boylu değil, efendiler!!!

Bundan sonra duygularımı böylesi hareketler sergileyen biri için muhafaza edeceğim:


Alexander Rybak - Oah   dogalunal

M. ve S.! Sizin ve birçoklarının adını da bir daha anmayacağım! Benden uzak, kime isterseniz ona yakın olun! (O değil de, günün birinde S.’yi bir dişiye yakın vaziyette görürsem dünyam ufak çapta başıma yıkılabilir. Yok yok, ben demedim onu, kim dedi onu, çık dışarı çık!)


Aşırı duygusal ergenus bozuntusu olmaya elveda, güçlü, haşin ve karizmatik günlere merhaba!!!

NOT1: “Bir deli kuyuya bir taş atmış, yüz akıllı çıkaramamış” –olayı bilenler anladılar- misali yalnız ve güzel ülkemde blogspot.com tümden yasaklandı. Bu olay tıpkı YouTube’da bir video yüzünden, siteyi toptan kapatıp milyonlarca videoyu yasaklamaya benziyor. Aa, ben böyle bir uygulamaya gitmiş bir ülke biliyorum! Kısacası, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına da HAYIR, bundan böyle –valla şartlar böyle gerektirdi artık- yasakçı zihniyete de hayır.

NOT2: Hayatımda ilk kez yurtdışına kargo ile posta gönderdim ve postamı gönderdiğim gün, postamı gönderme niyetinde olduğum ülkeyi ne yazık ki büyük bir deprem vurdu. Aklımdan pek çok düşünce geçtiyse de, ne düşünsem, ne söylesem bilemedim. Sadece posta yollayacaktım ben…

NOT3: Baş harfi M ya da S ile başlayan isimlere sahip insanlara bir zaafım olduğunu, bu bloğu yazmaya karar verene kadar anlamamış olmam da ayrı bir ilginç. Bu hariç bütün genellemeler yanlıştır, ey dostlar.





19 Şubat 2011 Cumartesi

Eskiden buralar hep dutluktu evladım.

Dalgalı saçlarına hayran* olduğum
Yüzüne bakmaya doyamadım ben
İbret için gelmiş derler cihana
Seni sevmelere kıyamadım ben

 "Buraya pembe renkle, aşk hakkında yazılmış okkalı bir alıntı yazıldığını farz edin. Mesela 'Okyanusta ölmez de insan, gider bir kaşık sevdada boğulur.' "

"Gece yarısı girilen yazıdan hayır gelir mi, gelirse ne kadar gelir, bir insan neden bütün bir ömür kendini oyalar da yapması gereken şeyler ömrünün son demlerinde aklına gelir, neden okyanusta ölmez de gider bir kaşık sevdada boğulur, insanın ölmeden önce gerçekten bütün hayatı gözünün önünden bir film şeridi gibi akıp geçer mi, aşk tesadüfleri sever mi, aşk her şeyi affeder mi, her şey zamanla geçer mi?" gibi soruları bir kenara bırakalım.

Kendisini fazlaca orijinal zanneden sıradan bir insan olabilirim; ancak elimden gelse -cıvık ve klişe tabirler kullanmayı da göze alarak- sevenleri asla birbirinden ayırmazdım. Düşününce, her ne kadar pek çok şeyin sıkıntısını çekiyor olsam da, severek ayrılma gibi insanı mahv ü perişan edecek bir durumu asla yaşamamış olmanın verdiği haklı huzuru da zaman zaman duyuyorum. Burada bahsettiğim şey, sevdiceğinden ayrılma dediğimiz gönül mevzuu, kendi hayal ve gayelerime erememeyi kastetmiyorum. Rica ederim bu konuyu kapatalım kuzum.

Eskiden, sevenlerin birbirlerinden ayrılmasına sebebiyet veren bir araba dolusu durum vuku bulurmuş. Herhalde bunlardan en sık rastlananlardan biri de açılamama, aşkını kalbine gömme gibi isimler verilebilecek durum olsa gerek. Şimdi ise sevenlerin -ya da sevdiğini söyleyenlerin- arasında neredeyse hiç engel yok. Gene de ayrılan ayrılana. Eskiden "kavuşamama" genelde yıkılması ya da delinip geçilmesi çok zor olan dış engeller nedeniyle olurken, - ya da insanlar çekinmekten birbirine hissiyatını ifade edemezken- şimdiki ayrılıkların nedeni ise çoğunlukla iç engeller. Şimdiki devir yasakları delme devri, kurallar yıkılıyor ama kurallarla beraber başka şeyler de yıkılıyor sanki. Şimdinin sevenleri, neyi nasıl sevmeleri gerektiğinden bile habersiz, çoğunun gözü dışarda, gözü dışarda olmayan ise neredeyse akıl hastanesine yatacak kıvamda! (Kıdemli bir ilişki uzmanıymış gibi ahkam kesmeyi ne de iyi biliyorum!)

"Eski .....lar şimdi ..... oldu" gibi bir atasözünün varlığını hatırladım ve bu yazıya çok da yakışacağını düşündüm -malum konumuz eski aşıklar versus "yeni manitalar"- ancak cümlenin öznesi neydi, bununla bağlantılı olarak nesnesi neydi bir türlü hatırlayamadım. Google'a şu yukarıdaki hatırladığım kelimeleri girdim -yani "eski şimdi oldu" diye- ve elbette aradığımı bulamadım. Ama güzel cümlelerle karşılaşmadım da değil. 10 tanesini yazayım mesela:
  • Çıldır'ın Eski Hocası Şimdi Ardahan Diş Hastanesi Müdürü Dernek Başkanı Oldu. (ne oldum dememeli, ne olacağım demeli)
  • Eski Mücahitler Şimdi Müteahhit Oldu. (tedbil-i meslek iyi birşeydir.)
  • Eski Aşiretler Şimdi Holding Oldu (<-- benim favorim de bu oldu.) 
  • Eski Kot Pantolonum Bakın Şimdi Ne oldu? (merak ettim, baktım valla. hatun pantolondan ceket yapmış daha ne olsun? ne insanlar var şu dünyada yahu....)
  • Eski Gerillalar Şimdi Turist Rehberi Oldu (hayatta her şey mümkün)
  • Eski Kardeşler Şimdi Aşık Oldu. (dizi icabı kardeş olanlar söz konusu arkadaşlar, panik yok, sakin olun.)
  • Eski Aşıklar Şimdi Birbirlerine Düşman Oldu. (olur olur, bal gibi olur.)
  • Şimdi de Eski Sevgili Meliha'ya Dert Oldu. (olacağı buydu.)
  • Sinop Eski Hakimi Oyuncu oldu. (olabilir, eski doktor da şarkıcı oldu, n'olmuş yani?)
  • Eski Köpek Katili Köpek Dostu Oldu (bu kişi Fatih Ürek imiş arkadaşlar.)
Ve ben aradığımı, Google'da, arama sonuçlarımın 8.sayfasında görmeden önce, *BİR REKLAM* çok sevdiğim sitelerden biri olan Türk Dil Kurumu'nun internet sitesinde, Atasözleri ve Deyimler bölümünden buldum. Ben aradığımı TDK ile buldum, sıra sizde. *BİR REKLAM* "Eski çamlar bardak oldu." Evet bütün aradığım, devir aynı devir değil a dost anlamına gelen, bu atasözümüzdü. Bu arada, yukarıdaki başlıklardan sonra şunu yazmazsam inanın içimde kalır -siz de üzülürsünüz- : Eski kaşardan tost, eski sevgiliden dost olmaz. Çok özür dilerim, ama söylemesem olmazdı yani, kibar bir insanım ben normalde, valla.

Son olarak, ben olsam kızla anlaşıp kaçardım be abicim. Bir yerlerde kırmızı tuğlalı, pembe panjurlu, yeşil kapılı, siyah koltuklu eviniz olur, hayat da size güzel olurdu. N'olurdu tarihi gerçekler değiştirilebilseydi ha, n'olurdu?

*Aslı Aşık Ömer'e ait olan bu nadide eserin "Ela gözlerine kurban olduğum " kısmını, yüksek müsaadenizle "dalgalı saçlarına hayran olduğum" diye değiştirdim. Bu eserin Zeki Müren yorumunu buradan dinleyiniz. Dinleyebilirsiniz demedim bak.

 

14 Şubat 2011 Pazartesi

Gerçek hayatta da yaşanılan an'a uygun fon müziği çalsın!


Mazaretim Var, Asabiyim Ben. Şu anda, tatil sonrası sendromuna en uygun şarkılardan birisi olduğunu iddia ettiğim bir şarkıyı yayınlamaktayım. Hatta yayınlamak yetmez, sözlerini de itina ile, kopyala+yapıştır yapmadan yazdım.



Sakın gelme
Hazır değilim
Deliyim kaç gündür
Lodosum tuttu, poyrazım soğuk
Sakın gelme
Dönesim yok
Çok uzaktayım çok
Bir şarkı var aklımda
Söylemesi ayıp
Sözleri kayıp
Kaç zamandır dilimde
Sakın söyleme


Aslında yukarıdaki resim biraz yanıltıcı olabilir. Yani, hiçbir zaman okuldan ya da okumaktan nefret eden bir insan olmadım. Bunu bu kadar kararlı bir şekilde söylememin nedeni, okuldan da okumaktan da nefret eden (ciddi anlamda nefret eden) pek çok insan tanıyor olmam. Kısaca okuldan nefret etmiyorum da, okulla ilgili bazı sorunlarım var de, bitsin be kadın! (Bunu kendime söyledim, üstünüze almayın ey nadide okuyucularım!)

Tatil sonrası okula dönmenin zorluğu, bunaltıcılığı, usandırıcılığı, korkutuculuğu, zaman zaman tiksindiriciliği ve bezdiriciliği -okuma ve öğrenme aşkıyla yanıp tutuşan bazı zat-ı muhteremler hariç- herkesin malumudur sanırım. Bünye tatilde tembelliğe, normalde yataktan çıktığı saatte yatağa girmeye, sıcacık evinde oturmaya –ya da mevsimlerden yazsa denize girip serinlemeye vs.- , TV’de boş boş dizi izleyip bütün gün internetin başında oyalanmaya alışmıştır bir kere. (Bu bahsettiğim ortalama bir Türk öğrencisinin tatil anlayışı, tabii tatilini çok olağandışı şeyler yaparak geçiren şahıslar olmuştur, oluyordur, olacaktır.) Şimdi kim sabahın köründe, hele de hava buz gibiyken, kalkacak, giyinecek, aç aç okula gidecek, saatlerce sevimsiz sınıf arkadaşları ve moral bozucu öğretmenlerle küçücük bir odada tıkılı kalacak, sıkıcı dersleri dinleyecek, bütün gün okulda yorulduğu yetmezmiş gibi bir de üstüne saatlerce yol çekecek, eve yorgun argın gelmesinin üzerine bir de ders çalışacak, ödev yapacak, sınav üstüne sınava girecektir? (Bu bahsettiğim tatilden çıkan klasik bir Türk öğrencisinin okul yaşantısıdır, derslerini yatarak geçen, her sınavda dört ayağının üstüne düşen, süper zeki olup hiç ineklemesine gerek kalmayan, aşmış sosyal olup okul hayatının her saniyesinde eğlenen bireyler de olmuştur, oluyordur, olacaktır.) Bu gibi durumlar, zaten her hafta sonu çoğu bünyenin yaşadığı pazartesi sendromunu, artık kaç hafta tatil yapıldıysa o kadar sayıya katlayarak -örneğin 2 hafta tatil yaptınız, tebrikler, okula dönüşün ilk günü normalde yaşadığınızdan 2 kat fazla pazartesi sendromu yaşayacaksınız- ufak çaplı pazartesi sendromunu dev bir tatil sonu sendromuna dönüştürüverir.

Buraya kadar bahsettiklerim, oldukça doğal ve evrensel bir takım durumlar ve izlenimlerdi. Bendenizin de, ilköğretim ve lise döneminde yaşadığım “tatil sonu sendromları” üç aşağı beş yukarı, yukarıda bahsettiğim şekildeydi. Tembelliğe alışmanın ve bu durumun eninde sonunda biteceğini bilmenin getirdiği gerginlik, ders çalışmak ve  sabahın köründe yollara düşmek zorunda kalacağını düşünmenin getirdiği moral bozukluğu, sevilmeyen bir takım öğrenci ve öğretmenleri görmek durumunda kalacak olmanın getirdiği iç sıkıntısı ve okulun ilk gününde elini kolunu nereye koyacağını bilememenin verdiği huzursuzluk belirtileriyle görülen bir çeşit tipik bir sendrom yaşardım henüz reşit değil iken. Yalnız üniversite hayatına başlamamla beraber, tatil sonrası sendromlarım da başka bir hal aldı. Birkaç cümle önce belirttiğim bütün bu durumların üstüne yılların bezginliği, gelecek kaygısı ve senelerdir tekrarlanıp duran hatalar gibi daha “derin” mevzuların yanı sıra, ders seçimi gerilimi, hocalarla muhatap olmanın kaçınılmaz zorunluluğu, parasızlık çaresizliği ve kalacak yer bulma sorunsalı gibi daha “kıytırık” sıkıntılar da, üniversite hayatına girmiş bulunmuş olmamla baş gösteren bir takım belirtilerden oldu.

Fakat son zamanlarda, özellikle de son iki yılda, içimi sıkıntıyla dolduran, depresyonlardan depresyon –ki bu kelimeyi gerçekten hiç sevmiyorum- seçmeme neden olan, beni acılardan acılara savuran bir durum var ki, tadından yenmiyor: Geçen giden tatillerin rezilliği. Bu nitelenmiş belirtili isim tamlaması, açıklamak istediğim hissiyatı vermekten ne kadar uzak! (Ama siz gene de bununla idare edin, var olmasını çok arzuladığım okurlarım) Açmak gerekirse (keşke gerekmese), bu tatillerin rezilliği şuradan kaynaklanmaktadır: Her tatile deliler gibi kitap okumak, sosyal aktivite manyağı olmak, görüşülemeyen bütün arkadaşlarla gününü gün etmek, alışveriş yapmak, ehliyet başvurusunda bulunmak, iş bulup çalışmak, yurt içi ve yurt dışı bulunabilen her türlü geziye katılmak, onlarca film izlemek, diyet yapmak, tarzını değiştirmek, sağlıklı ama heyecanlı, yararlı ama eğlenceli bir hayat edinmek ve daha birçokları gibi sayısız bomba plan yaparak girmek ve sonuç olarak bütün bu bomba planların elinde BOM! diye patlamasıdır. (Espri de yaptım, haha) Sonuç olarak, tatilin sonunda yepyeni bir birey olarak, yeni döneme bomba gibi başlamak bir yalandır. (Bunu da kendime söyledim canım okurlarım, sakın sakın üzerinize alınmayın!) İşte bu yalan, tatil hevesini –kendi adıma- burnumdan getiren bir olgudur. Dolu dolu yaşanmamış ya da yaşanamamış bir tatil, daha da kötüsü, dolu dolu yaşanmasının imkansız olduğu bilinen bir tatil, insanı tatile girdiğine de gireceğine de pişman eder. Tatil planlarının yatacağını bilmek ve bunu kabullenmek, sadece tatil sendromunu biraz hafifletiyor, sorunu –yani olmak istenilen kişi ile gerçekte olunan kişi arasındaki kapatılamayan fark- hiçbir şekilde çözmüyor. “Anlamak çözmeye yetmez” demiş Bülent Ortaçgil, Müslüm babam da bir güzel yorumlamış bunu “Sensiz olmaz, sensiz olmaz” diye. Velhasıl-ı kelam, tatilden önce nasılsam, tatilden sonra da aynıyım. Bu kafayla gidersem diyerek kendimi daha da fazla üzmek istemiyorum; zira daha dün  birçok şeyin insanın elinde olmadığını kesin bir kararlılıkla ifade etmiştim, ancak bir şeyler değişmezse ya da değiştirilmezse, bundan 10 sene sonra da tatil sonrası aynı hissiyatı yaşayarak, olduğum insan olarak kalmaya devam edeceğim gibi de geliyor bana, ah okur ah.

Şimdilik, şubatta yazdığım ve gene anlatmak istediğim mevzuu yeterince açamadığım (neden açılmıyor bu mevzuular, neden?!) yazıyı şu sözlerle bitiriyorum: Belli bir yaştan sonra öğrenciliğin hakikaten çekilmediğini anladım, ama işte “Anlamak çözmeye yetmez.” Sene olmuş 2011 ve ben hala daha vatana, millete ve de kendine bir hayrı bulunmayan, icraatsiz, işsiz, güçsüz bir öğrenciyim. Son olarak, bu tatil bahsettiğim kadar da kötü geçmedi, “hayaller yarım kaldı; amma hayat devam ediyor yeğenim!”

NOT: Sevgililer günü hakkında da iki çift kelam etmek istedim ama baktım gördüm ki diyecek hiçbir sözüm yok. Durun, bakıyorum, evet hakikaten diyecek bir şeyim yok. Sevgilisi olanın ya da sevgilisi varmış gibi olanın sevgililer günü kutlu olsun, sevgilisi olmayıp da üzülene geçmiş olsun, sevgilisi olmayıp da “bekarlık sultanlıktır” tadında bir hayat yaşayanlara uğurlar olsun, bu da “senin hala bir sevgilin yok mu yahu?” tarzındaki sorulara muhatap olduğum son sevgililer günü olsun. (İmayı anlayan anladı desem, çok mu saçma olur demeyeyim hadi.) Son olarak da bütün İslam aleminin kandili mübarek olsun.

Papa John's Pizza, sevgililer gününe özel kalp şeklinde pizza "şettirmiş", Twitter'da bunun kampanyasını yapıyor. Concon işi buldum ben kendi adıma. 

27 Ocak 2011 Perşembe

Bulaşık suyu ister misiniz?

"Seni anlatabilmek için yeni bir dil icat etmeyi isterdim Orhan."

Ne zaman bloğa ya da herhangi bir yere bir yazı yazmaya kalkışsam, başka işlere bulaşasım geliyor.Mesela susuyorum, acıkıyorum, uykum geliyor, bir şey izleyesim geliyor, internet kopuyor, başkalarının bloglarını okuyasım tutuyor sonra da “Amaaaan” diyorum, yazar mı olacağım sanki, bloğumu okuyan mı var sanki (var dört-beş kişi canım), yazacak bir şey mi var sanki, dünyayı mı kurtaracağım sanki, deyip yatıyorum. Ve evet, niyeyse bir şey yazasım gelecekse, gece geç saatlerde geliyor. (Ya da yapmam gereken başka işlerin olduğu saatlerde.)
Ancak, sevgili okur-okumazlarım, Ocak 2011’de, tek bir yazıyla, o yeni yıl yazısından bahsediyorum, kalmamaya kararlıyım. Bakıyorum çevremde sevdiğim, izlediğim, imrendiğim, kıskançlıktan çatladığım vs. blogların çoğunun yazarı oldukça velud(üretken) ve de içeriği iyi ya da kötü, sıklıkla yazı yayınlamaktalar. Çok yazmak iyi yazmak anlamına gelmez; fakat az yazmak da kaliteli yazılar yazdığını göstermez.

Farkındayım konuya giremiyorum, bu gidişle girebileceğim de yok. Yani, peki itiraf ediyorum, bir konuda karar kılmış değilim. Bu yüzden laf salatası yapıyorum. Şu aralar en çok yaptığım şey de bu zaten, belirli bir konudan bahsetmeksizin; ki aklımda, gerçekten, onlarca konu var, lafı eveleyip gevelemek. Bilgisayarımda da, şu anda onlarca tamamlanmamış yazı var. Konuyu buluyorum, güzel konu, hakkında bir ton laf edilebilir, ama işte niyeyse o konuyu bir türlü açamıyorum. Şöyle çarpıcı bir giriş yapayım diyorum, giriş için çok uğraşıyorum, ama yazı gelişmiyor. E gelişmeyince, haliyle sonuca da bağlanamıyor.

Bir başka sorun da, madem konu açıldı, yukarıda da bahsettiğim gibi hangi konu hakkında yazacağımı bir türlü kararlaştıramamam. Çok fazla konu hakkında düşünüyorum, aklıma gelenleri not da alıyorum. Ancak gene de tam olarak ne hakkında yazsam karar veremiyorum. Karar verdikten sonra da, bir önceki paragrafta bahsettiğim şeyler sorun oluyor.

“Acaba çok mu mükemmeliyetçiyim ki?” deyip kendime gülüyorum. Ha ha ha!

En azından Ocak 2011’i tek yazıyla kapatmamış olacağım. Ama iyi ama kötü. İyi geceler.