29 Nisan 2012 Pazar

Dinmiyor gönlümün hicran yarası

"Şarkılarda ağladık, şarkılarda güldük
Şarkılarda ayrılık, şarkılarda üzüldük"

Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun, Şahin Çandır (güfte)

"Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum, hala öyle !" demiş Bizim Büyük Çaresizliğimiz'in Ender'i. Bu durumun aynısı benim için şarkılarda geçerli. Ne zaman birisine bir şarkı önerecek olsam ya da bir yerde -Twitter ve Facebook denilen melanet ortamlarda- bir şarkı paylaşasım gelse, bir şeyler beni frenliyor. Doğrusu ben bu durumu önceleri pek de paylaşımcı olmayan sinir bozucu karakterime vermiştim fakat üzerine biraz düşününce anladım ki, paylaşmayı istemediğim şey sevdiğim şarkılar değil gizlediğim duygularım imiş.

Şarkıların hayatımızdaki yeri tartışılmaz. Seneler geçtikçe, anılar çoğaldıkça, bir şeyler kaybedildikçe daha da anlam kazanır olur şarkılar. Hele ki benim hayatımda, şarkıların belki de gerekenden çok daha büyük bir yere sahip olduğunu bilseniz şaşırdınız bence. "Aşırı duygusallığın bünyeye başlıca zararları"ndan biri de ne yazık ki bu, gel gör ki "şarkılarda düşünmek seni bana getirmez ki!"

İşte özellikle duygusallığın ve yalnızlığın dibine vurduğum şu sıralar (öyle olmadığım bir zaman varmış gibi konuşarak sizleri yanılttığım için özür dilerim) şarkılar benim bir parçam oldu sanki, bir dost gibi, bir yoldaş gibi, bir sevgili, bir evcil hayvan, balkondaki çiçek, fincandaki çay gibi. Apayrı bir şey oldu işte. Bu nedenle de, birileri o şarkıları dinlediklerinde kalbimi de okuyorlarmış gibi hissediyorum. Sanki o şarkıyı dinlerken benim ne düşündüğümü anlayacak, o şarkının hangi anıyı, hangi olayı, hangi kişiyi çağrıştırdığını öğrenecekmiş korkusunu yaşıyorum. Mesela o şarkıyı gecenin bir yarısı dinleyip de uyumadığımı, ötekini 2.03'e kadar geri sarıp tekrar tekrar dinlediğimi, bir diğerinde geçen bir sözü tekrar duyabilmek için şarkıyı en baştan defalarca kez dinlediğimi bileceklermişçesine bir endişe içerisindeyim. Ya da işte şu şarkıyı dinlerken nasıl da kafamı masaya gömdüğümü, bir diğerinde nasıl yalnız başıma ağladığımı, bir ötekini dinlerken nasıl sıkılıp da kalkıp gidemediğimi görecekler inancını taşıyorum. O duyguları bilmesinler istiyorum. Sakladığım şeyleri görmesinler istiyorum.

Oysaki şu yaptığım düpedüz "manyaklık", farkındayım. Öncelikle, millete ne senin saçma sapan duygularından, anılarından, sırlarından? Sanki devlet sırrı taşıyorsun? Sanki Ferhat oldun dağları deliyorsun? Sanki 1000 yıllık geçmişin var da tarihe adını altın harflerle yazdırıyorsun? Nedir yani bu, kendini dünyanın merkezine koymak değildir de? İş olsun. İkincisi, şarkılar, şiirler, kitaplar herkesin onlara yüklediği anlamlar kadardır, kişiye özeldir yani. Sen şu şarkıyı çok seversin, çünkü bilmem nesi sana bilmem kimi hatırlatır fakat o "tırt" şarkı kimseye yaranamaz. Ya da biri müzikalitesinden, sözlerin derin anlamından, enstrümantal zenginlikten filan söz eder, o şarkının ne kadar büyük bir eser olduğunu söyler de sana hiçbir anlam ifade etmez. Bu işler böyledir, herkes bir şeylere anlam yükler, bazıları bir şeylere çok daha fazla anlam yükler.

Böyle dedim yazdım çizdim ama içimden bir ses saklamaktan ziyade anlaşılamamaktan ya da daha kötüsü yanlış anlaşılmaktan korktuğumu söylüyor. O kadarını bilemeyeceğim ama "benim ketumluğa meyyalim vallahi dertten!" der, kendimi şiirlere, şarkılara vururum.
Ve zor da olsa bir şarkıyı paylaşmadan buradan geçemem.
Şarkıların da gözü kör olmasın ayrıca.


10 Nisan 2012 Salı

İz Bırakanlar Unutulmaz

"Belki yarın gidecek
Bir anı gelecek başka bir anının yerine.

İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine. "
Edip Cansever


Senelerdir dilbilim dersleri alıyorum. Dilim varmıyor ama dilbilim benim için artık küllenmiş bir sevda -en azından eskiye kıyasla. Fakat geçen dönem aldığım derste, uzun zamandan sonra ilk kez ilgimi çeken bir konu karşıma çıktı, tabii konunun ilgimi çekmesinin nedeni bilimsel değil tamamen duygusaldı. Zaten şu siteye azıcık göz atanlar, hiç de akademik birikime sahip bir insan olmadığımı şıp diye anlayacaklardır. O nedenle de burada tutup da dilbilim makalesi yayınla(ya)mayacağımı tahmin etmek hiç de zor değil. Ancak bu yazının çıkış noktası olan ve de beni binbir türlü duyguya gark eden dilbilimsel konuyu da burada kısaca anlatmak lazım geliyor, kusura bakmayınız.

İlhamım olan wanna contraction başlıklı konunun meselesi şu imiş: Bilmeyenler olabilir diye söylüyorum, lütfen benim uzman bir dilbilimci yahut İngilizce öğretmeni filan olarak caka sattığımı düşünmeyin -ki değilim de zaten-, "wanna" kelimesi "want + to" (istemek) kalıbının kısaltılmış şeklidir. Normal şartlar altında bu şekilde kısaltılabilen bu kalıp, nedense bazı cümlelerde birleştirilemiyormuş. Hemen somut örnekler verelim:

What do you wanna eat? (Ne yemek istiyorsun?) -Eyvallah, sorun yok.
Who do you wanna see? (Kimi görmek istiyorsun?) -Mesele yok.
*Who do you wanna dance? (Kimin dans etmesini istiyorsun?) -İşte burada bir yamukluk var.

Peki ne demeye son cümlede böyle bir yamuk çıkıyor. Hadi şöyle dense anlarız:

"*I wanna Hüsamettin dance." (Hüsamettin'in dans etmesini istiyorum.) cümlesinde bir yamukluk vardır zira cümlenin aslı "I want Hüsamettin to dance."tir. "Eeee napalım yani?" diye sormayın, iki bilimsel kelam edelim, azıcık kendimizi profesör hissedip avunalım dedik şurada- bakın yazımı da bilimsel bir dille yazılmış akademik makale çizgisinden kaydırdınız, eyvahlar olsun. Neyse Hüsamettin demiştik, gördüğünüz gibi cümlenin aslında "want" ile "to"nun arasında Hüsamettin var, "want" ve "to"yu iki dost, iki sevgili, iki kardeş ya da iki her neyse gibi düşünürsek, Hüsamettin'i de bu zavallıların kavuşmasını engelleyen bir kara kedi filan gibi düşünebiliriz.