12 Eylül 2010 Pazar

Size mutluluk veren küçük ve basit şeyler

6 ay 10 gün önce değişime oldukça kapalı birisi olarak evlendim. Evlenince doğal olarak 29 yıllık hayatımda pek çok değişiklik oldu. Evet, değişimlere hiç de sıcak bakan biri değildim; ancak evlilik, yaşadığım bu en büyük değişim, beni değişime ısındıran asıl olay oldu.

Her şey eşimin 6 ay 10 gün önce, 6 yıldır yalnız yaşadığım evime taşınmasıyla oldu.6 yıldır içinde hayatımı sürdürdüğüm, o alışık olduğum ev birkaç gün içinde tanımadığım bir mekana dönüşüverdi. Şimdi her köşede sevgili eşimin sayısız eşyası var. Önceden oldukça sade olan ve olabildiğince az eşya barındıran geniş evim, “bir kadın elinin değmesi” ile birdenbire her tarafından bir şeyler fırlayan küçük bir kutucuk halini aldı.

Eskiden banyomda bulunan eşya yalnızca iki üç şampuan şişesi ve traş malzemelerimken, şu anda marketlerin kozmetik reyonlarını kıskandıracak kadar nesne dolu bir banyoya sahibim. Banyodaki raflara eşyaları sığmayınca, eşim banyo penceresinin önü, lavabonun üstü, çamaşır makinesinin üstü, sifonun üstü gibi bulabildiği ne kadar yer varsa oraları envai çeşit temizlik ve güzellik ürünleri ile doldurdu. Herhangi birisini işaret edip, “şu ne?” diye soracak olsam, her birini ayrı ayrı açıklamaya girişir. Yok nemlendirici, kırışık önleyici, saç kremi, saçlara parlaklık veren bir zımbırtı, göz üstü kremi, göz altı kremi… Bense orada burada salınan renk renk şişelerin içindekilerin farkını hiç mi hiç anlayamam.

Ortalığı Çarşamba pazarına çevirme işlemi banyoyla sınırlı kalmadı tabii… Bir yatak ve bir de dolaptan ibaret olan odama, eşimin makyaj masası, boy aynası, pilates topu, askılıkları, sayısız pelüş oyuncakları kuruluverdi. Benim asla tek başıma dolduramadığım dolabımı onun kıyafetlerinin yarısı şimdiden doldurdu bile. Yeni bir dolap ise yolda… Odada yer kalmadığı için eşim onu yeni alacağı ayakkabılık ile beraber evin girişine koymayı planlıyor.

Evin diğer odalarından da bu tür eşya alımları oldu elbette. Mutfağa çeşit çeşit renk renk kap kacak, ne işe yaradıklarını bazısını çözdüğüm, bazısını çözemediğim elektronik mutfak gereçleri, buzdolabı süsleri. Masaya kocaman bir çiçek. Duvarlara aklınıza gelebilecek her şey asılmış mantar panolar ve tablolar. Pencerelerin önünde minik minik oyuncaklar. Koltukların üstünde süslü süslü yastıklar. Evin her köşesinde envai çeşit biblo ve heykelcikler…

Eşimin getirdiği kalabalıktan nasibini almayan tek oda benim çalışma odam oldu. En azından çalışma odamda sadeliğin tadına varıyor ve evimin o eski halini anabiliyorum. Eskiden kütüphane ve hobi odam olan oda ise, şimdi onun çalışma odası oldu. Bir kez eşimin bilgisayarını kullanmam gerektiği için bütün gün onun odasında oturmak zorunda kalmıştım ve saatlerce bilgisayarın başında oturmama rağmen odadaki renk cümbüşünden ve bir sürü gereksiz ayrıntıdan-yani eşimin sayısız eşyasından-dolayı kendimi işimden başka her şeyle ilgilenirken buluvermiştim. O günden sonra da, kendi iyiliğim için o odaya olabildiğince az uğramaya özen gösterdim.

Başlangıçta sadelikten hoşlanan, dağınıklık ve karışıklığa ise hiç mi hiç gelemeyen biri olarak bu duruma asla alışamayacağımı düşünmüştüm. Ben eşimin getirdiği ıvır zıvırlardan bunalmakla meşgulken, o da bu kadar geniş bir evin nasıl olup da bu kadar boş ve sade olabildiğine şaşıyordu. İşte o an zevklerimizin ne kadar farklı olduğunu, başka bir deyişle ne kadar farklı insanlar olduğumuzu düşünüp sıkılmıştım. Oysaki günler geçtikçe asıl sıkılınması gereken mevzuunun kendi sıkıcılığım olduğunun farkına vardım. Evet sıkıcıydım, çünkü dünyam çok dar ve küçüktü; bu dünyayı yeni şeyler deneyerek ve kendimden farklı bir başkasının hayatına dahil olup onu da kendi hayatıma dahil ederek genişletmeye ve renklendirmeye ise hiç niyetim yoktu. Eşim, getirdiği bütün o renk renk eşyalar ile sadece boş olan evimi değil, boş ve renksiz olan hayatımı da doldurmuştu. Evet, hala sadelikten hoşlanıyordum; ancak evimin içinde eşimin de eşyalarının bulunmasından, evimin artık sadece benim evim değil, bizim evimiz olmasından da hoşlanıyordum. Oraya buraya bıraktığı yiyeceklerden, kitaplardan ve giysilerinden de hoşlanıyordum. Buzdolabını açtığımda benim asla ağzıma koymadığım ve onunsa içmekten asla bıkmadığı elma suyu kutusunu bulmaktan da hoşlanıyordum. Banyomda diş fırçamın yanında onunkini görmekten de hoşlanıyordum. Hatta yastıkların üzerinde onun açık renk saç tellerini görmekten bile hoşlanıyordum. Sanırım bütün bunları sadece bana onun varlığını hatırlattıkları için değil, hayatımın yeni bir parçası oldukları için de seviyordum.

Bir gün ona, kapının yanında duran pembe terliklerinden ne kadar hoşlandığımı söyledim. Bana gülümsedi ve o da benim lacivert terliklerimden çok hoşlandığı söyledi. Bir an aylar önce canımı sıkan o düşüncenin tam tersini düşünmeye başladım: Ne kadar da çok ortak yönümüz vardı! Ve bu durum benim kesinlikle hoşuma gidiyordu.

Ben de ona gülümsedim. Hayat gerçekten de inanılmazdı.
(10.08.2010)

1 yorum: