26 Eylül 2010 Pazar

Bitip giden günlerin ardından: Giden günlerim oldu...


Günlerdir yazmaya çabalıyor, çabalıyor, yazamıyorum.Ancak, işte bugün, nihayet bugün, aylardır yazmak için beklediğim o günün konusuna binaen konseptli yazıyı, bütün o sinir bozuculuğuyla keyfini çıkara çıkara buraya yazacak olmanın verdiği haklı gururu yaşıyorum. İşte bu!

"Peki, seni bu kadar heyecana sürükleyen, gene bir yığın laf kalabalığı yaparak bir giriş paragrafı oluşturmaya yönelten ve Gülben Ergen & Oğuzhan Koç şarkısına atıf yapan bir başlığa sahip bu yazıyı yazmaya iten mesele-i mühime nedir?" diye sorduğunuzu farz ediyor ve daha fazla laf salatası yapmadan bu meseleyi hemen açıklıyorum:

Nihayet bir mucize olabileceğini düşündüğüm bir yaz tatilinin daha sonuna geldik. 2010 yazı da, diğer yazlar gibi “ne uzadım ne kısaldım” türünde bir yaz tatili olup, umulanla bulunanın aynı olmadığı, yani mucizeyi ve güzel günleri bekleyenin babayı aldığı bir yaz tatili olarak hiçbir literatüre geçemediği gibi, benim de bütün nefret ve cinnetimi kazanarak, 20 yıllık hayatımın en berbat yaz tatili unvanını da alnının akıyla kazandı. Şimdi gelin, şu yaz tatili denilen hedenin, bu mühim unvanı nasıl aldığına biraz bakalım. Bakalım şimdi, 2010 yazında neler olmuş?


Hakkını yemeyelim, aslında 2010 yazı kötü başlamadı. Sınavlar güzel bitti, dünya kupası vardı-idare ederdi izledik-, arkadaşlarla bir iki hafta gezdik ettik, bir de dizimiz vardı onu da izledik bitirdik. Buraya kadar her şey iyiydi, güzeldi. Olanlar da sonrasında oldu zaten. Daha doğrusu olmadı. Genelde boş durmaktan pek de sıkılmayan ben, bu yaz 'nedense' sıkıldım. Sıkılma kelimesinden bile müthiş nefret eden ben, sıkılma olayının kendisini yaşadığımda, tahmin edin neler olur? E yani, pek de hoş şeyler olmadı. Sadece sıkılma değildi mesele tabii ki. Sıkılma bütün olayların bir sonucuydu muhtemelen. "Sıkılmak" benim için o kadar derin bir konu ki, 2010 yazı konulu bir yazıya bu derin meseleyi sıkıştırmak istemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki bünyem sıkılmaya hiç mi hiç alışkın değil. Alışkın olmamamın sebebi, çok maceralı bir hayatı olan bir insan olmam değil kesinlikle, tam aksine oldukça tekdüze bir hayatı olan bir tipim. Sıkılmaya yabancı olmamın asıl nedeni, kendini meşgul edebilen ve macera peşinde koşmayan, kendi halinde bir mahluk olmam. “Sıkılmak mı, o da ne ki, yenir mi acaba?” diye dolaşan insan, sıkılmaktan bile sıkıldı 2010 yazında. Bu yazın konsepti de “sıkılma” oldu. Evet çok sıkıldık biz bu yaz çok. Oh. Nihayet itiraf ettim, rahat ettim.

Sıkılma sıkıntısının yanı sıra, “rahatlayamama” sorunları da yaşadım. Yani, tatilin sözlük anlamını düşününce, rahatlayıp gevşeyememenin “tatil” olayıyla ne kadar çeliştiği de anlaşılabilir: Tatil, eğlenmek, dinlenmek amacıyla çalışmadan geçirilen süredir. Eğlenme mevzuunu yukarıdaki paragrafta sıkılarak geride bıraktık, dinlenme meselesini de rahatlayamama suretiyle gerçekleştiremedik. Üstüne de, evet çalışamadık. Ama bu o paragrafın konusu değil, o yüzden ileriki paragraflara erteliyoruz o mevzuu. Konumuza devam edersek, “neden rahatlayamadın?” sorusunun cevabını ben de arıyorum. Dış etkenlerden çok iç etkenlere bakıyorum bu sorunun cevabını bulabilmek için. Henüz dişe dokunur bir şey bulamadım, bakalım.

Rahatlayamamanın hem sebebi hem de sonucu olan uyuyamama sorununu da bu yaz, bir aydan fazla bir süreyle yaşadım. Uyuyamama hiç de kolay bir iş değilmiş arkadaşlar. Hele düşünmekten uyuyamıyorsanız, cidden rezalet bir durummuş. Ben bu yaz bunu gördüm. Bozulan uyku düzeniyle beraber, insanlarla sosyal ortamlarda geçirilen zaman da azaldı. Hatta yok denecek kadar azdı. Evet dördüncü sorunumuz da, içimize kapanmamızdı.(Neden çoğul konuşuyorum?) Hemen hemen hiç kimseye içimi dök(e)mediğim 2010 yazında, bu meselenin bir seçimden ziyade zorunlu bir tercih olduğunu da hatırlatmam gerekir. Ben insanlardan ayrı kalmayı seçmedim, insanlara ve dış dünyaya ayak uyduramadığım için kendimi onlardan tecrit edip içime kapanmak zorunda kaldım. Olay budur. Bu zorunlu tercihimin sonunda, hiç mi hiç hoşlanmadığım kendimle baş başa kaldım ki bu da 2010 yazını daha da rezilleştiren bir olay olmaktan başka hiçbir işe yaramadı.

2010 yazına, diğer yazlardan farklı olarak olabildiğince az hayal ve planla girmem de maalesef bir halta yaramadı. “Sıfıra sıfır elde var sıfır” konumumu aynen koruduğum bu yaz, hiçbir şey yapmamanın hatta bir şey yapmaya çabalamamanın verdiği derin azaptan gene de kendimi kurtaramadım. Mükemmelliğin yanından bile geçemeyen kişiliğim ve hayatımla, utanmadan bir de mükemmeliyetçilik illetinden muzdarip olan bendeniz,  “ya hep ya hiç” mantığıyla hareket ederek, bir de bu hareketin ikinci şıkkını seçerek, her şey olmaya çalışırken ayıptır söylemesi bir halt olamadı. Sonuç mu ne oldu? Bomboş sözünün bile yanında dolu kalacağı, koskoca bir 3 ay 15 gün. Evet 3 ay. 15 gün. Boş. Bomboş. Bu paragraf da, 2010 yazı için tatil sözcüğünün sözlük anlamını karşılayan tek etken olarak yerini alsın bakalım. O etken bana hiç mi hiç iyi gelmedi, orası ayrı.

Sözün biraz fazla uzadığının farkındayım, şu anda odaklanabilsem, bol keseden harcadığım o ilhamlı uykusuz gecelerimin etkisi hala sürüyor olsa, bu yazı beni 2010 yazı gibi hayal kırıklığına uğratmazdı. 2010 yazı hayal kırıklıklarının da ötesine geçen bir yazdı gerçi. Gerçekleşen tek iyi şey çok kötü bir şeyin gerçekleşmemiş olmasıydı. (Meali: Bu yaz iyi bir şey olmadığından lafı çevirip, aza kanaat ediyorum ki çoğu bulayım.) Yani Allah muhafaza, ölüm, büyük bir hastalık, kaza, iftira, aldatılma vs. gibi bir şey olmadı. Ama başka bir şey de olmadı. 2010 yazı o kadar tatsızdı ki, bunu bu yazıyı yazmaya çalışırken ağzımın tadının iyiden iyiye bozulmasıyla bir kez daha anladım.(Farkındaysanız bu yazı da tatsızlaştıkça tatsızlaştı zaten. Bitiriyorum arkadaşlar, ha gayret.)

Ve sonuç paragrafına geçersek, umarım hayatımın en berbat yazı 2010 yazı olarak kalır. Genel olarak 2011 yılından, 2010 yılına kıyasla “nedense” daha umutluyum. Bundan sonraki dua ve dileklerim şu şekilde olacak: Bir daha yaz tatili falan geçirmek istemiyorum. Deliler gibi çalışmak istiyorum. Bir baltaya sap olmak istiyorum. Kendimle baş başa kalmak istemiyorum. Öyle çalışmalıyım ki, o kadar koşturmalı ve çabalamalıyım ki, kendimi de çevremdekileri de olan biteni de olmayan ve bitmeyeni de unutmalıyım. Çalıştığım sürece tatil olmaz. Tatil olmadığı sürece, dinlenememem ya da eğlenememem de sorun olmaz. Böylece bütün bu yukarıdaki laf kalabalığını da bir daha yapmak zorunda kalmam.  Evet düz mantık, ama güzel mantık, değil mi?

Haydi sonda yazılması gereken, ama dayanamayıp başa yazdığım cümleleri burada da tekrar edelim: Nihayet bir mucize olabileceğini düşündüğüm bir yaz tatilinin daha sonuna geldik. 2010 yazı da, diğer yazlar gibi “ne uzadım ne kısaldım” türünde bir yaz tatili olup, umulanla bulunanın aynı olmadığı, yani mucizeyi ve güzel günleri bekleyenin boşuna beklediği  bir yaz tatili olarak hiçbir literatüre geçemediği gibi, benim de bütün nefret ve cinnetimi kazanarak, 20 yıllık hayatımın en berbat yaz tatili unvanını da alnının akıyla kazandı. Yayında ve yapımda emeği geçen her şeye ve herkese teşekkürü borç bilir, iyi tatiller falan da dilemeyiz.

1 yorum:

  1. her zamanki gibi uzun ama bi solukta kendini okutturan bir yazı :D bu konudaki düşüncelerimi biliyosun zaten kankoş ama umarım 2011 daha eğlenceli olur :)

    YanıtlaSil