28 Ağustos 2016 Pazar

Kirli Ağustos (Çok şükür ki göz kapaklarımızı yakmadık)

Efendiiiiiiim, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı -neyse ki aylar yılları kovalamadı- ve ben bir türlü yeni bir yazı ile karşınıza çıkamadım. Size karşı ciddi anlamda mahcubum ama esasen en çok kendime karşı mahcubum. Tek tesellim, her şeye rağmen hâlâ "yeni yazılarını bekliyorum!" diyen sadakat timsali dostlarımın bulunması. Ve tabii benim de hâlâ yepyeni yazı fikirleriyle dolu bir zihnimin olması!

Açık konuşmak gerekirse bugün yayımlayacağım yazı yeni bir yazı değil. Geçen yıl ne akla hizmetse, hani bir umut aklıma gelenleri uzatmadan kısa kısa yazıp yayımlarım diye açtığım Tumblr sayfasında yayımladığım bir yazı. Ne yazık ki böyle bir yazı tarzının -yani böyle kısa kısa gündelik yazılar yazmanın- bana pek de uymadığını ve ille de olabildiğince uzun ve "derin" yazılar yazmak dışında fazla seçeneğim olmadığını anladım ve sayfayı kapattım. Hepi topu 15 yazı yazmıştım oysaki. (15 de az değilmiş yahu! Biraz daha zorlasam FOB kadar olacakmış.) Neyse efendim, sonuç olarak anlatmak istediklerimi, yazmak istediklerimi içimde biriktirmeye ve "bir gün yazacağım!" şiarıyla beklemeye devam ediyorum. Aşağıdaki yazıyı özel olarak yayımlamak istememin sebebi ise ağustos ayının bitti bitecek olması. Ağustos üzerine keyfe keder yazılan bu yazıya yazık olmasın, hiç hoşuma gitmeyen şu "2016 yazı yazısız geçmesin" diyerek ufak bir hile hurda işine kalkışayım dedim. Yakın bir arkadaşımın doğum günü vesilesi ile yazılan bu yazıyı, söz konusu dostum Donut'uma, 2014 ve 2015 yazının sevimliliğine, talihsizliklerle dolup taşmış 2016 yazı gibi bir yazı bir daha ASLA yaşamamak ve şahane bir 2017 yazı görmek umuduna armağan etmek istiyorum. (Sevimliliğe ve umuda yazı armağan edilir mi yahu?!) Sevgiler.


Ağustos 2015

"Sizlere Yüzyüzeyken Konuşuruz ile karşılaşma hikayemi anlatmak istiyorum.
Yağmurlu bir İstanbul günüydü. Şimdi böyle deyince hafif yağmurlu romantik bir gün aklınıza gelmesin; şu “bardaktan boşanırcasına” diye tabir edilen bir yağmur çeşidi var ya bildiğiniz ondan yağıyor. Aylardan da ağustos olması lazım. Uzun süredir görmediğim bir arkadaşımı bir güzel bekletmişim. Sucuk gibi de ıslanmışım ayrıca. Onunla beklettiğim mekânda bir kahve içiyoruz, kesmiyor bir de çay içiyoruz, yine kesmiyor gel diyorum günü hemen bitirmeyelim bir kahve daha içelim. Gel diyen benim ama beni başka bir mekâna götüren de arkadaşım bu arada. Beni tatlı mı tatlı, ciciş mi ciciş bir kahveciye götürüyor. Türk kahvelerini içip fallarımıza da baktıktan sonra (şu anda tövbeliyim ama bakmıyorum artık fal falan!) duyuyorum o şarkıyı.   Ben sana benimle gel demedim ki!  Amanın bu da ne?   Ben sana benimle gel demedim ki    N’aptınız siz kardeşim?   İstedim sadece hiçbir yere gitme    Hobarey, gitmesin kimse bir yere cidden!   Aynı cümleyi kurup aynı şehre bakarken; gideceksen şimdi git güneş doğarken    O sırada saat akşam altı ya da yedi olmalı ama sonuçta bu durum şarkının “vay arkadaş film mi çekiyoruz burada ki siz duruma uygun fon müziği çalıyorsunuz?!” etkisini zerre azaltmıyor. İstiyorum ki hiç kimse gitmesin ama bunu kendim dâhil hiç kimseye söyleyemiyorum. Neyse, o gün bitiyor; eve gidiyorum. Neymiş bu şarkı, kimmiş bunu söyleyen diye bakıyorum ve o sırada Yüzyüzeyken Konuşuruz ile ilk kez karşılaşıyorum.




O günden sonra “Gel Demedim ki” dışında Yüzyüzeyken Konuşuruz’un başka bir şarkısını dinlemiş değildim. Yine bir ağustos ayında (bu senenin ağustosu, yani aradan bir sene geçmiş) arkadaşın doğum gününü kutlamak için gittiğimiz mekânda hiç utanmadan “Gel Demedim ki”yi istek parça yapmam üzerine -ki kendimi inanılmaz havalı hissetmiştim- doğum günü çocuğu sevgili arkadaşım beni başka bir Yüzyüzeyken Konuşuruz şarkısı ile tanıştırdı. “ 'Çay Demleyecek misin?’i de istesene Pınar!” Şarkının adının “Ateş Edecek misin?” olduğu gülüşmelerle anlaşıldı ve “Gel Demedim ki?”nin ardından  ♫ Ateş Edecek misin?  çalındı.  Beni bu kentte tutan Boğaz’ı değil geçmişimdir; sen nasıl gidiyorsun hep merak etmişimdir?  Olamaz yine bir 'gitmek' sözü geçiyor.  Rahatsız ediyorum ama çiçeğe su verdin mi; evet bunun için aradım başka ne olabilir ki?  İnsanın böyle sudan bir şey için telefon edip boyunun ölçüsünü alası geliyor. (Yüzyüzeyken Konuşuruz ile ikinci karşılaşmam sayılabilecek bu şarkı ise bana artık hep BFF’imi hatırlatacak, selam olsun!)


Son olarak da sanırım iki gece önce ders çalışırken “Dur” dedim “bu grubun bütün şarkılarını bir dinleyeyim hele!” Şarkıdan şarkıya atlarken karşıma çıkan şarkılardan biri beni ciddi şaşırttı, zira şarkıda adım geçiyordu! İlk kez Pınar’lı bir şarkı duyuyordum. İkinci bir şaşkınlık sebebi ise aslında bu şarkıyı arkadaşımın doğum günü mekânında da dinlemiş olmam. Sözlerine dikkat etseydim adımı da duyacaktım demek ki. Pınarlar hep böyle işte, umursamaz ve soğuklar, n’aparsınız.
  "Bak n’olursun dinle beni gitme sana muhtacım!”
“Peki ben bana muhtaç adamı ne yapayım?”
Pınar bunu deme n’olursun! Beni dinlemeden gitme pişman olursun!”   
Yani her Pınar da bunu demez, korkmayın, o kadar da değil.
Yüzyüzeyken Konuşuruz ile karşılaşmalarım bu şekilde. Burada paylaştığım şarkı ise grubun isminin geçtiği (Yüzyüzeyken Konuşuruz ne güzel bir grup ismidir!) “Senede Bi’kaç Gün” şarkısı. Bu şarkı ile ilgili özel bir hikayem yok “seni seviyorum ama bunları yüzyüzeyken konuşuruz!”
Yazı dışı not: 2015 ağustosundan sonra Yüzyüzeyken Konuşuruz'u neredeyse hiç dinlemedim desem yeridir. Ancak şunu ifade etmem gerekir ki alternatif Türk müzik gruplarını ilgiyle takip ediyor ve dinliyorum! Özellikle oldukça ilginç adlara sahip olmaları kalbimi ayrıca feth ediyor! (Bu grup dışında Halimden Konan Anlar, İkiye On Kala ve Yok Öyle Kararlı Şeyler'i örnek olarak verebilirim.) Yüzyüzeyken Konuşuruz ifadesi bana hep şöyle bir diyaloğu çağrıştırıyor ve tez zamanda böyle bir repliği kullanmak için bana can attırıyor:
- X konuşmamız lazım.
- Ne söyleyeceksen telefonda söyle!
- Telefonda olmaz, yüz yüze konuşmalıyız. Bilirsin, bazı şeyler sadece yüz yüzeyken konuşulmalıdır. (Neler diyorum ben?!)
- HOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOFFFFFFFFFFFFFF!!!! (Kapattı)
- Saat ikide Beşiktaş'taki... hey? AMA AMA YAPMA BUNU YAPMA! (Bu son iki repliği montajda atamaz mıyız kaptan? Hey, kaptan?!)
Yazı dışı not 2: Yüzyüzeyken Konuşuruz'un bilumum şarkılarını bu yazı vesilesiyle bir daha dinleyeyim dediğimde karşıma grubun yepyeni ve şahane bir şarkısı çıktı. 



 ♫ Belki öptüm, belki sevdim, belki senden bahsettim
Ne fark eder? ♫ (Fark etmiyor hakikaten de yahu)
♫ Bi' sabah uyandım yoktun arandım yoktun hâlâ bulamıyorum ♫ (Aramakla bulunmuyor ki kardeşim.)

30 Kasım 2015 Pazartesi

Çeklere Sormak İstiyorum: Niçin "litost" kelimesinin karşıt anlamlısı yok?

♪ MFÖ: Hep Böyle Sev
♪ X Ambassadors: Litost
♪ Radiohead: All I Need

Çeklere Sormak İstiyorum: Litost kelimesinin karşıt anlamlısı niçin yok?


Litost Çekçe bir kelime. Diğer dillere çevirisi mümkün olmayan bu kelimeye Milan Kundera’nın Gülüşün ve Unutuşun Kitabı adlı eserinde rastlıyoruz. Litostun “içimizdeki zavallılığın birden ortaya çıkmasından doğan” özel bir hüzün halini belirten bir kelime olduğunu söyleyen Kundera, bu “acılı durumun” ilacının ise sevilmek olduğunu ifade ediyor. Kişinin bütün kusurlarının sadece gerçekten sevilmekle çözülebileceğini belirten Kundera’ya göre gerçekten sevilen birinin zavallı olması; dolayısıyla –burayı ben ekliyorum kendimce- eksikliklerinden dolayı da kendini yetersiz görüp hüzünlenmesi mümkün olmuyor. Peki, bu durumda kişinin gerçekten sevildiğinde hissettiği o tamamlanmışlık duygusuna ne gibi bir isim verilebilir? Bu tür bir durum Kundera’nın litost diye tabir ettiği durumun zıttı oluyorsa eğer Çekçede buna karşılık gelen bir kelime var mıdır? Herhalde yok ki kitabın litostla ilgili bölümünde böyle bir kelimeye değinilmemiş. Peki, böyle bir kelime niçin yok? Acaba böyle bir tamamlanmışlık durumunun imkânsızlığından ya da geçiciliğinden dolayı mı? Yoksa “gerçekten (kusurlarıyla) sevilme” olayının külliyen bir yanılsama olmasından dolayı mı? Kim bilir? 


“Arkadaşlar birbirine yardım edebilir. Gerçek bir arkadaş sizin tamamen kendiniz olmanıza ve kendiniz gibi hissetmenize müsaade eden kişidir. Ya da hissetmemenize. O anda ne hissediyor olursanız olun sorun yoktur onlar için. Gerçek sevginin bedeli budur: Bir kişinin gerçekten neyse o olmasına müsaade etmek.”
Jim Morrison

“Umarım onsuz yaşayamayacağın birini bulursun. Umarım. Ve umarım asla onsuz yaşamaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu bilmek zorunda kalmazsın.”
Kiera Cass

“Çünkü gerçekten sevilen bir kişi zavallı olamaz.”
Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı


Birinin sizi olduğunuz gibi sevdiğini hissetmek şahanedir. Belki de dünya hayatında manevi olarak hissedilebilecek en güzel, en samimi, en sıcak ve en güven veren histir bu. Sizi seven bu şahıs, onca insan varken, belki sizden çok daha iyi anlaşabileceği, sizin kadar emek ve ilgi gerektirmeyen insanlarla kolayca münasebet kurabilecekken; sizden çok daha üstün niteliklere sahip, mesela sizden daha eğlenceli, daha neşeli, daha ilgi çekici, daha güzel, daha akıllı, daha şu, daha bu insanları tercih edebilecekken; kısacası siz olmayan herhangi birini seçebilecekken tutmuş sizi seçmiştir. Bundan sonra her şey daha güzeldir; gözünüzde zor olan şeyler kolaylaşıverir. Artık bilirsiniz ki, uzun ve zor geçen bir günün ardından, günlük hayatınızda taktığınız maskenizi çıkarıp yanında huzurla kendiniz olabileceğiniz birisi vardır. Gerektiği zaman nazınızı çekecek, düştüğünüzde “bir tekme de o vurur mu acaba?” diye şüpheye düşmenizi gerektirmeyecek, sırrınızı ele vermeyecek, sizi başkalarının değer yargılarıyla sert bir şekilde yargılamayacak, kendinizi aklamanızı istemeyecek biri. Varlığıyla “yanındayım!” diyen biri. Sizi ideale uyduğu için değil, idealini size uydurduğu için seven biri. Size her koşulda güvenen, sizi destekleyen, sizi daha fazlası için yüreklendiren ancak beklentilerini karşılayamadığınızda sizi terk etmeyecek ve sizi desteklemeye devam edecek biri. Hata yaptığınızda sizi affedebilecek biri. Hayatınızda böyle birinin varlığını hissettiğinizde size batan kusurlarınız eskisi gibi batmaz olur; hatta neredeyse hoşunuza bile gitmeye başlar! Kendinize güveniniz gelir çünkü size güvenen biri vardır. Kendinizle gurur duyasınız gelir çünkü sizinle gurur duyan biri vardır. Kendinizi sevesiniz gelir çünkü sizi gerçekten seven biri vardır.

Birinin artık sizi olduğunuz gibi sevmediğini hissetmek ise berbattır. Dünya üzerinde -ölüm dışında (Allah saklasın)- yaşanan en acılı kayıp da belki zamanında sizi sevdiğini hissettiğiniz o kişinin artık sizi sevmediğini hissettiğinizde yaşadığınız kayıp hissidir. Bir anda sırtınızı yasladığınız duvar yıkılmış gibi hissedersiniz. Zamanla orada olduğunu belki de unuttuğunuz, buna rağmen hep orada olacağınızı var saydığınız o duvarın yıkılmasıyla birden kendinizi yerde bulursunuz. Şaşar kalırsınız. Bazen de çok şaşırmazsınız. Çünkü bu kayıp aslında birdenbire olmaz. Bir şeyleri hissedersiniz önce. Kuruyorum galiba dersiniz, yoktur canım öyle bir şey dersiniz. Görmezden gelir, inanmak istemezsiniz. İşlerin kontrolünüzden çıkmaya başladığını gördüğünüz anda, öncekinden daha da muazzam bir yetersizlik duygusu ve bu duyguya ek bir kaybetme korkusuyla türlü rezilliklere kalkışırsınız. Olmaz, olduramazsınız. Duvarın çatladığını ve duvarı onarmak için artık çok geç olduğunu da bilirsiniz. Ve evet, duvarın yıkılması için gerekli şartlar yavaş yavaş oluşmuş olsa da gerçekte, size göre birdenbire gerçekleşir bu yıkım. Ve siz bir anda, sırtınızı yasladığınız duvarın yıkıldığını artık hissetmenin de ötesinde fark edersiniz. Çünkü görmezden gelinecek bir durum -maalesef ki- kalmamıştır artık. Bir yanınız bu yıkımı acıyla kabul ederken diğer yanınızın soracak onlarca sorusu, açıklamak istediği bir sürü meselesi vardır. Konuşmak istediği bir dolu şey vardır. Ancak muhatabı yoktur. Sorular cevapsız, açıklanmak istenenler gereksiz kalır. Konuşmak istediklerinizi de ancak kendi kendinize konuşursunuz. Cevapsız sorularınıza kendiniz cevap verir, muhatabınızın gereksiz gördüğü bütün açıklamaları da ancak kendinize yaparsınız.

Peki ya sonrası ne olur derseniz, ilk paragrafta ne oluyorsa onun tam tersi olur işte. Size önceden batan kusurlarınız daha beter batmaya; hatta sevdiğiniz özellikleriniz bile size kusur gelmeye başlar. Bütün özelliklerinizden toptan huylanasınız gelir. Kolay olan şeyler bile zorlaşır; zor olanlar hepten içinden çıkılmaz hal alır. Sevesiniz, sevilesiniz, duygulanasınız, ağlayasınız, gülesiniz, hissedesiniz kaçar. Hayatınızda ne olduğunu bal gibi bildiğiniz bir eksik vardır; ancak bu eksiği doldurmaya imkânınız yoktur. Gün içinde yaşadığınız duygu ve düşünce zıtlıkları ise anlatılmaz, yaşanır. Ama sanırım en yoğun yaşadığınız duygu umutsuzluk ve -nedenli ya da nedensiz- pişmanlıktır. Bir yanınız bu şekil bir sevgiyi zaten hak etmediğinizi, bütün hatanın sizde olduğunu ve bu denli muazzam bir sevilmeyi istediğiniz için kocaman bir bencil olduğunuzu acımasızca yüzünüze vurur. Ancak işte o diğer yarınız her şeye rağmen, hak etseniz de hak etmeseniz de o şekil bir sevgiye deli gibi ihtiyaç duyduğunuzu fısıldar size. Bir şans daha olabilir mi diye sinsi sinsi umutlandırır sizi. Ve yine aynı yarınız ister ki, tıpkı en başta olduğu gibi, sizi gerçekten seven o kişi tekrar dönsün size. Hatalı olsanız bile, bir çuval inciri berbat etmiş olsanız bile. O kişiye yetebilecek onlarcası varken bile, hiçbiri umurunda bile olmasın ve tıpış tıpış dönsün size. Yerinizi kolaylıkla doldurabilecek sürüyle insan varken bile, “Hiç kimse senin yerini dolduramaz” desin ve dönsün size.

Eğer hayatınızda ilk paragraftaki gibi biri varsa, sizi gerçekten sevdiğine, sizi siz olarak sevdiğine inandığınız biri varsa gerçekten çok şanslısınız. Kıymetini bilin ve şükredin.


Beni okuduğunuz için her zamankinden daha fazla teşekkür ederim. 

19 Nisan 2015 Pazar

Nasıl düzelecek bendeki havalar?

Comme la vie est lente
Et comme l’Espérance est violente
"Hayat ne kadar ağır
Ve umut ne kadar şiddetli"

 ("Le Pont Mirabeau"- Guillaume Apollinaire) 

Bu yazıyı, "Suya yazı yazsan okurum" diyen o özel insana, "Yazılarını özledim" diyen bütün sevgili okurlarıma ve bu akşam otobüs yolculuğuna çıkacak olan çok kıymetli arkadaşım H.ya armağan ediyorum. Lütfen kabul buyurunuz.

(Dikkat! Bu yazı eser miktarda Fransızca ve keder içerebilir. Hatta içeriyor da galiba.)


Bir süredir kendimi pek de iyi hissetmiyorum. Sanırım bunu söyledim diye suçlu sayılmam, değil mi? Sonuçta her insan zaman zaman kendini pek de iyi hissetmeyebilir. Bazı insanların pek de iyi hissetmemeleri biraz uzun sürebilir. Ve yine bazı insanların pek de iyi hissetmemeleri yavaş yavaş kendini berbat hissetmeye dönüşebilir. Hayat bu, her an her şey olabilir.

Yine bana dönecek olursak, kendimi bir süredir iyi hissetmiyorum. Bunun nedenleri hakkında konuşabiliriz, hatta size bu durumun başlangıç tarihini bile verebilirim ama işte adımız çıkmış “drama queen” (ilgili çekmeye çalışan TİP) diye, çekiniyorum biraz. Ancak sonuçta burası benim “daha fazla içimde tutamadığım duygucuk ve düşünceciklerimi ifade edebildiğim yegâne yer”, bu nedenle de Allah’ın bildiğini sevgili bloğumdan ve dahi burayı okuyan değerli insanlardan saklamayacak ve ağzıma ne geliyorsa diyemesem de klavyelerime ne dökülüyorsa yazacağım, arz ederim.

2015 bana pek de uğurlu gelmedi arkadaşlar. “Yıl olmuş 2015, sen hâlâ yok uğur, yok şans, yok yıldızlar, yok iç ses falan diyorsun!” diye üzerime gelmeyin; içimden geçenleri yazacağım dedim, içimden de bu cümleyi yazmak geçti, NE YAPABİLİRİM? (Tamam, ne bağırıyorsun?) 2015 yılı ile yıldızım, bu sevgili yıl başladığından beri bir türlü barışmadı işte. Oysa 2014 öyle bir yıl mıydı? 2015, bu sana yakıştı mı? (Ben sana ne yaptım? Hakkında ileri geri mi konuştum? Bilakis bütün umutlarım seninleydi, ey gaddar 2015! Demeden de geçmeyelim.) 2014, benim için nasıl daha gelmeden önce güzelliklerle başlayan bir yılsa; 2015 ise aksine daha gelmeden tehlike çanlarını gümbür gümbür mü desem zangır zangır mı desem, işte kısacası büyük bir gürültüyle çalarak gelen bir yıl oldu. Geldiğinden beri de maşallah suratıma tokatlarını sevecenlikle aşk etmeyi hiç ihmal etmedi. Karşılıklı huylanmalarımız, bakın ay olmuş nisanın sonu, şu zamana kadar da inatla devam etti. Zaten tek senelerle (yani 2011’dir, 2013’tür falan) aram çok iyi değildir; şimdi “şu batıl inançları bırak artık!” demeyin bana çünkü BIRAKAMIYORUM! Aramızda kalsın galiba bırakmak da istemiyorum.

İşte bu zorlu yılın başından beri dinlediğim bir şarkı var. Bu şarkıya geçmeden önce, şarkılarla olan ilişkimden de biraz bahsetmek isterim. Benimle az buçuk münasebeti olmuş her insan evladı bilir ki, Pınar 10 cümlesinden birinde bir şarkıdan alıntı yapmamışsa… Düşünemediniz değil mi? Evet, çünkü Pınar her 10 cümlesinden birinde illa ki bir şarkıdan alıntı yapar. Şarkılarla düşünür, şarkılarla hisseder, her duruma uygun bir şarkı bulamazsa rahat edemez, uykuları kaçar falan… Sözün özü, beni bu şarkılar mahvetti arkadaşlar. (Buraya hemen Zeki Müren’den Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun gelsin.) Ama nasıl ki batıl inançlarım olmadan duramıyorsam, şarkılarsız da duramıyorum. Üstelik de şarkı yelpazem o denli geniş ki, Zeki Müren’den Orhan Gencebay’a, Fall Out Boys’tan Radio Head’e, Sebastian Bach’tan Cimilli İbo’ya değin herkesi ve her şeyi dinleyebilir ve söyleyebilirim! Yaşadığım sarsıcı bir hayal kırıklığının ardından A Perfect Circle’ın Passive şarkısını dinledikten kısa bir zaman sonra kendimi Rober Hatemo’dan PabucumunDünyasını dinlerken bulabilirim! (SendenÇok Var da hiç fena şarkı değildir hani.) Kendimi kötü hissettiğimde Radio Head’e, iyi hissetiğimde ise Muse’a sardırırım. İncitildiğimde Tarkan’ın Unutmamalısını dinlerim. Sevip de sevilmediğimde İbo’nun Bir Kulunu Çok Sevdim♫i ile başlayıp Artık Sevmeyeceğime giden upuzun bir şarkı listem olur. (Yine de severim, o ayrı.) Ders çalışırken Bach, Chopin, Liszt falan dinliyorken, birdenbire One Direction’a geçiş yapabilirim! (Hatta Cimilli bile dinliyor olabilirim!) Bir de öfkeli ve ergenus anlarımda muhakkak bi’ Linkin Park dinlerim. Hatta övünmek gibi olmasın, Numb şarkısını da şahane söylerim. Ve şu sıra da *sıkı durun, bombayı patlatıyorum!* Selena Gomez’den The Heart Wants What It Wantsı dinliyorum, çünkü işte olmasını istediğim birkaç şey var; ancak sadece istiyorum. Yani, olmaları için en ufak bir şey yapmıyorum. Gönül ferman dinlemiyor diyor ya Selena bacımız, işte benim de kalbim istemekten vazgeçmiyor ama bir şey de yapmıyor da KONUMUZ BU DEĞİLDİ Kİ! Size 2015’e beş kala keşfettiğim şarkıyı anlatacaktım. Fransızca dersinde yapacağımız karaoke için şarkı bakınırken, aslında çok meşhur olan ancak benim her nasılsa o zamana kadar hiç denk gelmediğim Sympathique şarkısı karşıma çıkıverdi. İlk dinleyişte tutkunu olduğum bu şarkıyı 2015’in başından beri dinliyor, dinlemekle de kalmıyor A1 seviyesinde olduğu bile tartışmaya açık olan Fransızcama bakmadan hunharca söylüyorum efendim. Şimdi bu şahane şarkının sözlerinden giderek son zamanlardaki hissiyatımı anlatacağım, kemerlerinizi bağlayın başlıyorum

(Şarkının çevirisini genel anlamda şu siteden aldım. Yalnız kendim de aşırı yorumlamalar, sersem sepelek eklemeler yaptım. Zaten amacım birebir çeviri yapmak da değildi. Şarkının aslını anlamak için siteye bakabilirsiniz, iyi olur bence.)